Cumartesi, Nisan 22, 2006

m-001 İnanmadığın Şeyi Yazma!

Uzunca bir süredir senaryo teknikleri hakkında okumaktayım. Pekçok şey öğrendim ve evrensel bir kural olarak her öğrendiğim, öğrenmediklerim kümesini büyütmeye devam ediyor! Kendi fikirlerimi ortaya koymak için bu yolun sonunun gelmesini bekleyecek olursam, sanırım önce kendi sonumu görmem gerekecek.

Bu durumda da artık yazacak durumum olmayacak büyük ihtimalle.

İnsan yeni bir dünyaya girdiğinde, o dünyanın bilgili birkaç insanıyla karşılaşır, ve bir süre için o kişilerin sözlerini kutsal kitap beller. Ama bir süre sonra büyü bozulur, çünkü hepimiz farklı kişilikteyizdir, hepimizin benliği başka şeyler söyler. Yavaş yavaş bu bilgelerin sözlerini artık olduğu gibi kabul etmemeye, kendimize göre yorumlayıp (ya da "yontup") kullanmaya başlarız.

Pek çoğumuz bu süreç içerisinde başka bilgili insanlarla da karşılaşır, onlardan edindiğimizi, bir öncekilerle harmanlar ve böylece, yavaş yavaş kendi dünyamızı, hani deyim yerindeyse, kendi bilgeliğimizi oluştururuz.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bir noktadan başlayıp, uzun uzun yollar yürüdükten ve deneyimledikten sonra ulaştığımız noktanın çoğu zaman yolun daha en başında büyüklerimizin söylediği şeyler olduğunu düşünüyorum. Ancak bu noktaya ulaşabilmenin yegane şartı deneyimdir. Belki mutlak bir doğru vardır ve herkes deneyimi sonucunda aynı mutlak doğruya ulaşır.

Belki de yoktur ve herkes kendi benzersiz doğrusunu bulur.

Her halükarda, deneyim, işin anahtarı oluyor. Deneyim sahibi olmadığınız bir konu hakkında fikir beyan edebilirsiniz, ancak bu fikir, o konu hakkında deneyimi olan insanınki kadar etki uyandırmaz. Çok sevdiğim bir hikaye var, vatandaşlarından biri, önderleri Gandhi'ye çocuğunu getirmiş ve şeker yeme hastalığı olduğunu, bunu bırakması için çocuğuna bir şeyler söylemesini rica etmiş. Herkese yardımcı olan Gandhi, her ne hikmetse, bu anneyi geri göndermiş, bir hafta sonra gelmesini istemiş. Kadın tabii sinirlenmiş, "niye bana yardım etmedi ki" diye serzenişte bulunmuş. Bir hafta sonra geldiğinde ise Gandhi çocuğu karşısına almış ve aşırı şeker yememesi konusunda kendisiyle konuşmuş. Anne "beni neden bir hafta beklettin?" diye sorduğunda ise "Çocuğunla konuşabilmek için önce benim şekeri bırakmam gerekiyordu, bir hafta şeker yemedim, sonra onunla konuşabildim" yanıtını vermiş.

Peki bütün bu söylediklerimin senaristlikle ne alakası var?

Senaryo teknikleri, hiç kuşkusuz bize, kullanabileceğimiz silahlar sunarlar. Üç perdeli yapı, 22 yapı taşı, 7 karakter değişimi vs vs... Bunların "şablon" olup olmadıklarını şimdi burada tartışmayacağım, apayrı bir makale konusu olur. Bu konularda dünya kadar malzeme var, bir filmin dakika dakika eğrisini, nerede hızlanıp nerede yavaşlarsa en iyi etki yaratacağını bile okuyabilirsiniz. Bir sahneyi mümkün olduğunca geç başlatmak, erken bitirmek, göster-söyleme prensibi gibi çok güzel ve doğru pekçok bilgiye de ulaşabilirsiniz.

Ama, gelmek istediğim nokta şu ki, istediğimiz kadar teorik bilgiye sahip ve hakim olalım, bunları zorlama şekilde kullandığımız sürece seyircinin kalbine ulaşamayız. Bir senarist olarak ancak kendi olduğumuz kadarını insanlara geçirebiliriz.

İnanmadığımız bir şeyi savunurken istediğimiz kadar mükemmel teknik uygulayalım, karakter gelişimi, yan hikayeler ve sürprizlerle senaryoyu bezeyelim... Sözlerimiz asla deneyimin bize verdiği gücü taşıyamayacaktır. Bu samimiyetsizliği seyirci filmin ilk karesinden itibaren anlar. Biz de elimizde muhteşem teknikle donanmış, duygusuz, başarısız bir filmle başbaşa kalırız.

Tarih, hiç kitap okumadan mükemmel roman yazanları, ya da hiç gazete ve magazin okumadan mükemmel reklam filmleri çekenleri yazmıştır. Şahsen ben, kendimi, hiçbir ek bilgi almadan bu başarıya ulaşabilecek denli yetenekli görmüyorum. Bende öyle bir deha yok. Bu yüzden ben kendi yeteneğimi bilgiyle harmanlayarak bir noktaya ulaşabileceğime inanıyorum, ancak bu yegane yol değildir, bambaşka yollardan da aynı yere varabilirsiniz.

Hangi yoldan gidersek gidelim, sonuç olarak sadece kendi doğrularımızı ve inandıklarımızı kağıda dökebildiğimiz sürece başarılı olabileceğimize inanıyorum. Yazdığım senaryo üç perdeli yapıya uymadı mı? Hay allah. Şimdi bu hikayeyi evirip çevirip üç perdeli yapıya uydurma şansım var. Ama bunu yaparken eğer artık hikayem benim olmaktan çıktıysa zaten güzel olma şansını da kaybetmiştir.

Hep yakındığımız, hani şu "hiçbir şeyden anlamayan yapımcılar"(!) karşısında, üç perdeli yapıya uymayan orjinal hikayemin ne kadar şansı yoksa, şimdi berbat hale getirdiğim yeni hikayenin de en az o kadar şansı yoktur.

Bir elimde lolipop yalarken hiçbir çocuğa "şekeri bırak evladım" diyemem. Desem de beni dinlemez.

Bir senaryoyu başarılı olarak nitelendirmek için öncelikle yazanın hoşuna gitmesi gerektiğine inanıyorum. Bu senaryo, yani "çocuğumuz" üzerinde daha sonra serinkanlılıkla oturup teknik düzeltmeler, eklemeler, çıkarmalar yapabiliriz. Ama herşeyden önce o satırların içinde biz var olmalıyız. Bu samimiyetin verdiği güç, seyirciye geçmeli.

Elbette ki "asla başkalarının düşüncelerini dikkate almayın" filan demiyorum. Sonuç olarak sinema sektörü, bence, sadece sanat olarak nitelendirilemeyecek kadar karmaşık bir yapıdır. Bir sanayidir. Biz bu çarkların içinde, elbette ki ortalıkta uçuşan milyonlarca dolardan, bu işten ekmek yiyen onbinlerce kişiden bağımsız değiliz. Onların hoşuna gitmek için bazı özelliklerimizden taviz verebiliriz, ancak kendimiz olmaktan çıkarsak, bu evlilik yürümez!

Okuduğumuzda "İşte! Bu, benim senaryom" diyemiyorsak, bence o senaryoyu atıp yenisini yazmakta fayda var.

Ve unutmayın ki bu sadece bir günlük, ben kendi düşüncelerimi buraya sıralıyorum. Okumadıysanız zaten sorun yok, ama zahmet edip de bu satıra kadar okuduysanız, beyninizin bir köşesinde bu ademoğlunun sözleriyle, yürüyün. Kendi yolunuzu bulun.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

çeviriler ve yazınız için teşekkür ederim. elinize sağlık...