Pazar, Ekim 27, 2013

Benim dünyam, tutan ve bırakan...

İlk olarak filmi şu ana kadar seyretmeyenlerin de okuyabilecekleri bölümle başlamak istiyorum;

Filme gitmeden önce bir çok farklı kişinin "Babam ve Oğlum'dan daha çok ağlatacak" dediğini duydum ve çok şaşırdım. "Bir filmin öncelikli amacı çok ağlatmak olabilir mi hiç?" diye söylendim kendi kendime.

Ancak izledikten sonra kesinlikle diyebilirim ki keşke böyle bir amaç ve hedef hiç ortaya konmasaydı, seyirci bu şekilde şartlandırılmasaydı...

Benim Hikayem, ilk dakikadan itibaren insanın boğazında bir yumru oluşturan ve sonuna kadar bu yumruyu bırakmayan, ama bir dizi küçük hata yüzünden bu yumrudan daha ötesine de pek gidemeyen bir film. Özellikle Beren Saat'in, ama bence ondan daha da çok, küçük oyuncu Melis Mutluç'un görkemli oyunculuklarıyla başarılı olmaya aday, (Uğur Yücel'i söylemeye bile gerek yok!) bunu daha ilk sahnede hissediyorsunuz. Filmin hikayesi çok güzel. Temel çatışma daha ne kadar güçlü olabilir? Kör ve sağır bir kızın üniversiteden mezun olması. Filmin iki kahramanı ile de hemen empati kurabiliyoruz. Bütün bunlar filme bir başyapıt olabilme potansiyeli yüklüyorlar.

Filmin ilk beş, on dakikasında bu güçlü duyguyu hissetmeye başladığımda önce üzüldüm, keşke bu senaryo bir Hint filmi uyarlaması değil de özgün bir senaryo olsaydı diye, ancak yapacak bir şey yoktu, bu film Black filminin bir uyarlamasıydı, bunu da gizlemiyordu.

İnsanda çok güçlü hisler uyandırabilecek pek çok sahne var. Film bunların her birinde sizi tutuyor, bir süre daha tutuyor, sonra araya giren zayıf, ya da manasız bir sahne ile bırakıveriyor. Biraz sonra tekrar tutuyor, sonra tekrar bırakıyor. Film böyle tutup bırakmalarla geçtiği için, boğazınızda düğümlenen o şey daha ileriye gidemiyor.

Bu filmi Babam ve Oğlum ile kıyaslamak çok saçma. Birinde çoğumuzun, özellikle de Türkiye'de yaşamış insanların çoğunun yaşamış olduğu bir 80 öncesi dönem ve tipik bir Türk baba-oğul hikayesi anlatılırken diğerinde hiç birimizie tanıdık gelmeyecek bir engelli çocuk hikayesi var. Hatta engelli çocuk hikayesi bile hem kör, hem de sağır bir çocuğun hikayesi, o denli uç noktada. Bir filmde hepimiz kendi hayatlarımızdan bir şey bulurken diğerinde bize tamamen yabancı bir yaşamı izliyoruz. Aynı şekilde duygulanıp ağlamamızı beklemek çok garip.

Ancak ne yazık ki, "Benim Hikayem", bu büyük zorluğun da üstesinden gelmek üzereyken tam anlamıyla gelememiş, hani tabir-i caizse "direkten dönmüş".

Yazının bundan sonraki bölümünde film ile ilgili spoiler bulunuyor. İzlememiş olanların ve izlemeyi düşünenlerin okumaya devam etmemesini tavsiye ederim.

Film bittikten sonra "neden daha fazlası olmadı?" sorusunun cevabını bulmaya çalıştım. Temel hikaye ile ilgili bir kusur bulamadım. Ancak sahnelerle ilgili bazı sıkıntılarım vardı. İşte bu sahnelerin bana yaşattığı "tutma-bırakma" durumunun filmin daha ileriye gitmesini engellediğini düşünüyorum.

Anne, çocuğunun hem kör hem de sağır olduğunu öğreniyor. Bundan daha yoğun bir duygu düşünemiyorum. Burada film sizi tutuyor, biraz sonra çok iğreti bir baba figürüyle bırakıyor. Duygu devam edemiyor, çünkü anne gerçek, baba ise gerçek değil, yapmacık.

20 gün boyunca Mahir hocanın Ela'ya verdiği zorlu eğitimi izledikten sonra eve dönen babanın 20 gün önce kovduğu hocayı karşısında görmesi üzerine biraz daha fazla tepki vermesini beklerdim! Sonuçta kendi deyimiyle saygısız ve üstelik alkolik bir adam kendisi yokken evde kalmış. Ayrıca bu 20 günlük zorlu mücadelenin son dakikada oluşan bir mucizeyle tatlıya bağlanmaması bence daha iyi olurdu. Tatlıya bağlandığında babanın yaşadığı dönüşümü daha fazla anlayabilmemiz gerekirdi.

Sonuçta 20 günlük eğitim boyunca bizi "tutan" hikaye, sonuçlanış şekliyle "bırakıyor".

Sonra tekrar tutuyor ve bence çok garip bir üniversite komisyon sınavı sahnesiyle tekrar bırakıyor. Her sahne kendi içinde çatışma içermelidir. Komisyon sahnesinde de Ela'nın karşısında duran 4 kişinin onun üniveristeye kabulü önünde engel teşkil etmeleri beklenir. Zaten sorularıyla da bunu gösteriyorlar. Ancak Ela'nın verdiği cevaplar hiç de "ooo" dedirtecek cevaplar değil. Senaristler adeta bu sahneyi yazarken pek de fazla uğraşmak istememişler. Ela bu sınavda, karşısındaki 4 kişiyi üniversitede okumaya layık olduğunu ikna etmek durumunda. Bunu "dünya yuvarlak olduğu için Amerika Türkiye'nin doğusunda da olabilir, batısında da", ya da kaç okyanus var sorusuna "benim için her damla bir okyanustur" diyerek mi yapacak? Bu cevaplar şahsen beni pek de etkilemediler, öyleyse "baş belası" 4 komisyon üyesini nasıl etkiledi de hepsi birden bu kızcağızı alkışladılar?

Sonra film bizi tekrar tutuyor. Ta ki Ela'nın kardeşinin nişan yemeği gecesine kadar. Evet, biz o ana kadar kız kardeşinin Ela'yı kıskandığını görmüştük, ancak artık çok olgun ve neşeli bir insana dönüşmüş olan Ela'nın bu yemeği neden berbat edebileceğine dair elimizde hiç bir ipucu yokken bunun gerilimini yaşamamız beklenmiş. Elbette neye gerileceğimizi bilemiyoruz. Kız kardeş yemekte gayet güzel, duygusal bir konuşmaya başlamışken birden konuşmayı "ikimiz birden düştük, siz Ela'yı kaldırdınız, bense yerde kaldım, hala da yerdeyim" mertebesine getiriyor. Üstelik daha biraz önce kendisi Ela'ya "lütfen bu güzel gecemi mahfetme" demişken.

Bu sahne öylesine zoraki araya sıkıştırılmış duruyor ki, film bir kez daha tuttuğu seyirciyi bırakıyor.

Ela'nın üniversite mezuniyetinde yaptığı konuşma da, bence çok yanlış bir tercih. Film daha önce birkaç noktada çok fazla duygu sömürüsüne girebilecekken hiç uzatmayıp kesmişti, bu da senaryonun tarzı olarak bizi etkiliyordu. En güzel örnek Mahir hocanın Ela'yı bıraktığı andı. Bu sahne üzerinde çok durulabilir ve epey bir ağlama malzemesi çıkarılabilirdi, ama benim şahsi fikrim, harika bir tercihle hiç öyle yapılmadı ve böylece bence daha yoğun bir duygu yaşamamız sağlandı.

Aynı şekilde Mahir hocanın Ela'yı parkta unutup gittiği sahne de, kör ve sağır bir kızın nasıl bir çaresizlik içinde kalabileceğini bize gösterdi, o duyguyu yaşattı ve uzatmadı.

Bu sahnelerin hiç biri lüzumsuz konuşmalarla uzatılmamışken mezuniyet sahnesinin bu kadar uzun tutulmasını yadırgadım doğrusu.

Sonuç olarak "Benim Hikayem" bence çok güzel bir sevgi hikayesi. Seyredilmeye değer, hayli başarılı bir film. Ancak senaryodan kaynaklanan, üzerinde biraz kafa yorulsa çok rahatça çözülebilecek problemler ve hatalar yüzünden başyapıt olmaktan çok uzak kalmış. Ancak yazıma şöyle bir göz attığımda, olumsuz bölümlerin olumlulardan çok daha fazla yer tuttuğunu üzülerek farkediyorum. Film kesinlikle bu orantısızlığı hak etmiyor. Örneğin Ela'nın sınavlardan öyle kolay kolay geçmemesi, habire sınıfta kalması çok güzeldi. Mahir hocanın alzheimer başlangıcı bence çok güzel verilmişti.

Ben filmden pek çok güzel an yaşamış olarak ayrıldım, ama ah bir de bu tut-bıraklar olmasaydı...