Salı, Şubat 17, 2009

Başlamak

http://www.writersstore.com/article.php?articles_id=1018

“Bir senaryo yazacağım”

“Güzel!”

“Kafamda hikaye için harika bir fikir var. Gerçekten heyecanlıyım”

“Devam et.”

“Sadece, bir problemim var.”

“Oh?”

“Bilgisayarıma bakıyorum ve karşılığında onun tek yaptığı bana bakmak oluyor!”

“Klavyedeki tuşları kullanmayı denedin mi?”

“Ben ciddiyim. Bir senaryoya başlamanın sırrı nedir? Senin bir sırrın var mı?”

“Aslına bakarsan, evet var.”

“Bu, sahneleri 4x5’lik kartlara yazıp önüne sermek ve böylece giriş, gelişme ve sonucu görmek midir?”

“Kullanılabilecek yöntemlerden biri.”

“Önce son on sayfayı yazıp hikayenin nereden başladığını bilmek ve böylece senaryoyu filanle taşıyabilmek midir?”

“Gizemli hikayeler için bu yöntemi kullanan bir sürü yazar tanıyorum. Onlar için işe yarar.”

“Hikayedeki temel karakterler için birer sayfalık biyografiler yazmak ve böylece her birini anlayabilmek ve motivasyonlarını bilebilmek midir?”

“Yapabilirsin, eğer senin için işe yarıyorsa. Ben şahsen, önce hikayenin dönüm noktalarını ortaya koymayı ve bu noktalara hizmet edecek karakterleri yaratmayı tercih ediyorum.”

“Senaryomda duymak ve görmek istediğim her şeyin uzun bir listesini yapmak mıdır? Sahne, karakter, diyalog listeleri. Hepsini kağıda dökmek. Listeler işe yarar mı?”

“Eminim pek çok yazar için işe yarar. Benim içinse yaramıyor, çünkü doğallığı kaybettirdiğini düşünüyorum.”

“Sadece BAŞLANGIÇ yazıp sonra karakterleri, yolculukları boyunca bizi taşımaları için koyvermek midir? Doğallık derken bunu mu kastediyorsun?”

“Kurslarımda birçok yazar bütün hikayeyi kafalarında yaratabildiklerini öne sürmüştür. Her şeyi beyinlerinde oluşturup, sadece BAŞLANGIÇ yazarlar ve sonra ilk müsveddenin tamamını bir seferde yazarlar. Doğrusu ben bunu yapabileceğimi sanmıyorum.”

“Öyleyse Allah aşkına, senin sırrın nedir?”

“Bir mektup yazarım.”

“Mektup?”

“Hikayem hakkında hiçbir şey bilmeyen birisine mektup yazarım. Eskiden anneme yazardım, ama rahmetli olduktan sonra artık Berlin’de yaşayan kızım Kimberly’ye yazıyorum.”

“Bir dakika bir dakika. Mektup değil, senaryo yazıyoruz, hatırlıyor musun?”

“Şöyle yazıyorum: ‘Sevgili Kimberly, sana en son hikayemi anlatmak istiyorum. Bu, şöyle bir kadın hakkında...’ ve sonra sanki Kimberly odada benimleymiş ve ben de ona anlatıyormuşum gibi hikayenin tamamını yazıyorum, çünkü o benim hikayemi bilmiyor. Hiçbir şeyi atlamıyorum. Bazen mektuplarım 10-12 sayfa kadar sürebiliyor, ama bittiğinde artık kafamda kağıda dökülmemiş hiçbir şey kalmıyor, tüm vurgular, tüm nüanslar. Sonra mektubuma geri dönüyorum ve keskin noktaları yumuşatıyorum, belirsiz kalan yerleri netleştiriyorum ve belirgin bir üç perdeli yapı elde edecek kadar şekil veriyorum.”

“Sonra da mektubu kızına gönderiyorsun?”

“Elbette hayır! Çünkü gerçekte bu onun için değil ki, benim için. Ama hikayeyi anlatarak bütün karışıklıkları çözmüş olduğum için artık BAŞLANGIÇ yazmaya hazır oluyorum. Görüyor musun, benim için hikayenin temelini kurmak en zor bölüm. Bir kez bunu başarmış, ve kağıda dökebilmişsem, artık diyalogları yazmak çok kolay oluyor.”

“Senin sırrın BU mu yani?”

“Evet, sırrım bu.”

“Onu kullanabilir miyim? Yani, sadece bir mektup yazmak diyorum?”

“Elbette, kullanabilirsin.”

“Peki, kızının adı neydi, tekrar söyler misin?”



"I'm gonna write a screenplay"

"Good!"

"I've got this great idea for a story. I'm really excited"

"Go for it."

"Except, I've got this problem."

"Oh?"

"I stare at my computer and all it does is stare back at me!"

"Have you tried using the keys on the keyboard?"

"I'm being serious. What's the secret for starting a screenplay? Do you have a secret?"

"As a matter of fact, I do."

"Is it writing down scenes on 4x5 cards first and then laying them all out so that you can see the beginning, middle, and end?"

"That's one way to do it."

"Is it writing out the last ten pages first so you know where the story is heading and can write to the climax?"

"I know a lot of mystery writers write that way. It works for them."

"Is it writing out one-page biographies of all your major characters so you completely understand them and know their motivation?"

"You can do that, if it works for you. I, personally, would rather get my plot points down first, then create characters that work within my plot points."

"Is it making long lists of everything I want to see and hear in my screenplay. Lists of scenes, of characters, of dialogue. Just get it all out and onto paper. Do lists work?"

"I'm sure they do for some writers. It doesn't work for me because I think that you lose your spontaneity."

"Do you just write FADE IN and just let your characters sweep you along on their journey? Is that what you mean by spontaneity?"
"A number of writers in my workshops claim they create the whole story in their head, have it all figured out in their mind, and can go right to FADE IN and write the whole first draft right off the top of their head. But I don't think I could do that."

"Then, for god sake, what IS your secret?"

"I write a letter."

"A letter?"

"I write a letter to someone who knows nothing about my story. I used to write it to my mom, but when she passed on I started to write to Kimberly, my daughter who lives in Berlin."

"Wait a minute. We're writing a screenplay not a letter, remember?"

"I write: 'Dear Kimberly, I want to tell you my latest story. It's a bout a woman who' and I proceed to write out the entire story as if Kimberly were in the room with me and I was personally telling her. Because she doesn't know my story. I leave out nothing. Sometimes my letters run 10 to 12 pages but when I'm done it's no longer just in my head but it's on paper: all the beats, all the shadings. Then I go back over the letter, smooth out the rough spots, clarify elements that are fuzzy, and mold the story to give me a definitive three-act structure."

"Then do you send the letter to your daughter?"

"Of course not! Because it's really not for her, it's for me. But by telling her the story I have worked out all the kinks and I'm ready to go to FADE IN. You see, for me, breaking the back of the story is the most difficult part. Once I've done that, and it's all down on paper, then, for me, just adding the dialogue is easy."

"So THAT'S your secret?"

"That's my secret."

"Can I use it? I mean, just write a letter?"

"Of course you can use it."

"So what's your daughter's name again?"

Ken Rotcop's screenplay, "Baby on Board," will be released this summer starring Lara Flynn Boyle and John Corbett. He is the recipient of The Writers Guild Award, The Neil Simon Award, The Image Award and this past year, received an honorary Appy for being the keynote speaker at the West Virginia Film Festival.

Pazartesi, Şubat 16, 2009

m005-Çağrıştırma!

Çağan Irmak’ın filmlerini çok beğenenler olduğu gibi başta senaryo açısından olmak üzere hayli yetersiz bulanlar da var. Şahsen ben, onun filmlerini çok seviyorum, bence bir duygu vermek istiyor ve bunu olanca yoğunluğuyla seyirciye aktarmayı çok iyi başarıyor. İsteyen buna duygu sömürüsü desin, isteyen klişe desin. Ben o duyguyu hissedip hissetmediğime bakıyorum.

İlk dizi ve filmlerinde çok açık bir şekilde “80’li yıllar” üzerine eğildiğini görmüştüm. Onun yaşında birisinin darbe yılları ile ilgili bu kadar yoğun duygular taşıması da enteresan bir konu aslında, ama sonuçta “Çemberimde Gül Oya” dizisinde ve “Babam ve Oğlum”’da, herhalde filmleri başarısız bulanlar dahi, bu dönemin ruhunu ekrana ve perdeye çok güçlü bir şekilde yansıtabildiğini kabul edeceklerdir.

Bu filmlerin neden başarılı olduğunu anlamaya çalışırken hep 80’li yılların pek çoğumuz için bir çok şey ifade ettiğini düşünmüşümdür. Çağan Irmak da bizim bu anılarımızı gayet güzel bir şekilde, kısık ateşte, ana hikayenin biraz gerisinde bırakarak pişiriyor, biz de seyirci olarak bundan zevk alıyoruz.

Çocukluk fotoğraflarımıza yıllar sonra bakıp da duygulanmak gibi bir durum.

Elbette, öylesine bir günde, sokakta gezerken çekilmiş bir fotoğrafa bakıp da pek duygulanmazsınız. Peki ya babanızın öldüğü gün, ölümünden üç saat önce çekilmiş bir fotoğrafı gördüğünüzde?

Fotoğrafı görmek çok doğrudan bir etki. Sadece size o günü hatırlatan bir vazo gördüğünüzü düşünün. Aynı şekilde, hatta bence çok daha yoğun biçimde o duyguyu hissetmez misiniz?

Yani, olay ya da şey, eğer bize hayli yoğun duyguları hatırlatıyorsa, bizi mutlaka etkiliyecektir.

80’li yılların bize ne kadar yoğun duyguları hatırlattığını herhalde söylememe bile gerek yok. Yerinde kullanılmış bir darağacı, ya da belki bir filistin askısı, ya da sokata çatışan öğrenciler, bize o duyguları fazlasıyla hatırlatacaktır.

Elbette ki Çağan Irmak’ın filmlerini basitçe “80’li yılların duygusunu bize hatırlatıyor” diye kestirip atmak mümkün değil, ancak yazımın konusu da bu olmadığı için fazla uzatmayacağım. Ben, tamamen alakasız bir başka filmi seyrederken kendisini hatırlayacağımı, hatta bundan bir yazı konusu çıkaracağımı hiç düşünmemiştim doğrusu.

“Uçurtma Avcısı” romanını okumuştum. Epey geç de olsa, filmini birkaç gün önce seyrettim. Romanı da severek okumuş olduğum için filmden çok zevk aldım. Ancak film bittiğinde, beni en çok etkileyen sahneyi düşünürken yazımın başından beri etrafa yayılmış ama bir türlü düzgün bir kompoziyon oluşturamamış taşlar bir anda yerine oturdu!

Emir, Pakistan’a gitmiş ve babası ile ilgili sırları öğrenmiş, darmadağın olmuş bir şekilde bir yerde oturmuş, çay içiyor. O sırada sokaktan geçen bir seyyar satıcının, içi nar dolu arabası devriliyor!

Şu satırları yazarken bile tüylerimi diken diken eden bir an bu. Filmin başındaki o nar atma sahnesi, yaşadığı tüm vicdan azabı... Filmde anlatılmak istenen her şey adeta bu devrilen narların üstüne yazılmıştı. O dakikadan sonra Emir’in vereceği tüm kararların, atacağı tüm adımların açıklamasıydı yerdeki narlar.

Evet, film, Emir’in gözlerinin önüne, çok eskiye dair bir anıyı çağrıştıracak bir fotoğraf karesi sunmuştu adeta. Hem de öylesine yoğun anıları çağrıştırıyordu ki.

Sahne süratle aktı gitti, senarist ve/veya yönetmen bence mükemmel bir seçim yaparak yerdeki narların üzerinde hiç durmadılar. Emir o narlara bakıp bakıp ağlamadı!

Muhteşem bir andı:

Araba devrilir ve narlar yere dökülür.

Sadece bu!

Bir sonraki sahnede artık Emir’in ne karar verdiğini biliyorduk.

Bu “duygu çağrıştırma” tekniği, elbette hemen aklıma Çağan Irmak filmlerini getirdi. O da bize eski anılarımızı, üstünde fazla durmazmış gibi davranarak hatırlatmıyor muydu?

Ama burada çok çok büyük bir farklılık var.

Biri bizzat bizim anılarımızı, gerçek yaşanmışlıklarımızı deşerken, diğeri hiç tanımadığımız bir kahramanın çocukluğundaki anıyı deşiyor. Peki sonuç ne?

İki durumda da, seyirci olarak bir duygu patlaması yaşıyoruz.

“Çağrıştırma” senarist için gerçekten muhteşem bir silah! Bunu keşfettiğimde elbette Issız Adam’daki banyo sahnesini düşünmeden edemedim.

Tek bir saç tokası!

Bu anlattığım sahnelerin hepsi, durumu açıklamak için uzatıldığı anda mahfedilebilecek sahneler, ki bunun bir sürü örneğini kötü filmlerde sürekli olarak görüyoruz.

Kahramana veya seyirciye, daha önce kuvvetli bir şekilde yaşadığı bir duyguyu çağrıştıracak sahneler serpiştirin senaryonuzun içine. Ama sadece çağrıştırın. Asla üzerine düşmeyin, asla bu konuda diyaloglar koymayın. Bence bu, o kadar yoğun bir andır ki, üzerine yazılacak her diyalog, duygunun etkisini azaltır.

Eminim bu etki, teknik olarak pek çok şekilde açıklanabilir, beynin çalışma şekli, ya da duyguların oluşum süreci vs... Ben bilmiyorum, çok da merak etmiyorum açıkçası. Bildiğim tek şey var ki, o da başarıyla uygulandığında muhteşem duyguları açığa çıkartabildiği.

Doğrusu, Tolga Örnek’in Gelibolu’su ve Can Dündar’ın Mustafa’sının bir kesim tarafından hiç beğenilmemesinin ardında da belki böyle bir eksiklik var. Çanakkale Savaşı, hiç kuşkusuz bizler için çok fazla şey ifade ediyor, dolayısıyla bunu anlatan bir filmin bu duygularımızı çağrıştıracak sahneler içermesini bekliyoruz ister istemez.

“Mustafa”yı izlemediğimi baştan söyleyeyim, ancak eleştirilerden takip edebildiğim kadarıyla, Tolga Örnek’in Gelibolu’sunda olduğu gibi, bizim için neredeyse kutsal bir kişinin hayatını anlatırken duygularımızı deşecek anlara değil, başka noktalara yoğunlaşmış olduğunu tahmin ediyorum. Çanakkale’li bir arkadaşım, Tolga Örnek’in filminden adeta nefret etmişti. “Biz Çanakkale’yi savunmak için onca can verdik, oysa filmde sürekli İngilizler anlatılıyor, Atatürk’ten bile iki dakika, sıradan birisi gibi bahsediliyor” demişti.

Oysa Atatürk’ün hayatı da, Çanakkale Savaşı da, hayli tarafsız olmaya çalışarak anlatılırken bile bize bu duyguları yaşatabilecek pek çok sahne içerebilirdi.

İki filmin de (belgesel mi, film mi? Ayrı tartışma konusu) yeterince başarılı olamamasının ardında yatan sebeplerden biri de bu olabilir mi?

İnsan düşünmeden edemiyor, keşke bu filmlerde de yere devrilen bir nar arabası olabilseymiş...