Pazar, Mart 29, 2009

M007 - Güneşi Gördüm: Öldürülememiş Bebeklerin Hikayesi

(Bu yazı "Güneşi Gördüm" filmi hakkında "spoiler" içermekte.. Filmi seyretmeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir!)

Başlığa bakarak çok dramatik bir şey anlatacağımı sanmayın. Sadece hemen hemen her senaryo kitabında rastlayabileceğiniz “kill your bebies” ifadesini biraz açmak istiyorum.

“Güneşi Gördüm”ü seyrettim. Türk sinemasında artık böyle güzel görüntülerin elde edilmesi, bazı konuların korkusuzca dile getiriliyor olması beni sevindiriyor, ancak bu kadar muhteşem bir malzemeden, çok basitçe hatalar yüzünden yeterince iyi bir iş çıkmamasına gerçekten çok üzülüyorum.

Ben film eleştirmeni değilim, zaten kamera açısından, yönetmen tekniklerinden, ışıktan, gölgeden, renkten filan anlamam, hepsinden anlasam da şu aşamada söylediklerim kimsenin umrunda olmaz, benim bilgi sahibi olduğum tek konu senaryo ve bu filmi de tamamen senaryo açısından değerlendiriyorum ki, bu hatalardan bir ders çıkarabileyim, hani olur da bu satırları birileri okursa, ileride kendi senaryolarında aynı hataları yapmamaya çalışsın.

Bir senarist için, hatta bir sanatçı için, “söyleyecek sözünün olması” çok değerli bir artı puan. Belli ki “Güneşi Gördüm”, söyleyecek sözü olan birisi tarafından yazılmış. Üstelik bu senarist filmin yönetmeni olma şansına da sahip olmuş. Belli ki maddi olanakları da var, çok da güzel çekimler gerçekleştirmiş. Fotoğraf karesi güzelliğinde sahneler hala gözümün önünde.

Üstelik film, Türkiye’nin doğusunda yaşanan PKK sorununu ele alıyor. Böyle bir konu, ne yaparsanız yapın Türk insanını derinden etkiler. Hemen hemen hepimizin bu konuda yaşamış olduğumuz bir dram vardır geçmişimizde.

Filmin oyuncuları ise tartışılmaz şekilde büyük sanatçılar. Her biri, oynadıkları sahneye ruhlarını katmışlar.

Yani un var, şeker var. Hem de en kalitelisinden. Peki neden bu karışımından güzel bir helva çıkmamış?

Her zamanki gibi, filmi gerçekten neden beğendiğimi/beğenmediğimi değerlendirirken önce zihnimde bir dizi mantıksız sahne göründü. Bunlara sonra değineceğim. Ama bunlar filmi beğenmeyişimin esas sebebi değildiler. Bence senaristin bir senaryo boyunca üç, dört defa saçmalama kredisi var. Eğer senaryo, büyük resme bakıldığında başarılıysa, seyirci aradaki bir kaç hatayı kolayca göz ardı edebiliyor.

Ancak filmin temelinde bir şeyler eksikse, o zaman en ufak mantıksızlık insana, deyim yerindeyse “batmaya” başlıyor. Hatta bu öyle bir hal alıyor ki, mantıklı bir açıklama getirebileceğiniz sahneleri dahi eleştirirken buluyorsunuz kendinizi.

İşte “Güneşi Gördüm”ün en büyük problemi de burada: filmin temelinde.

Bu filmin sağlam bir omurgası yok!

“Hadi canım! Film bas bas doğu sorununu haykırmıyor mu? Açıkça PKK meselesi dile getirilmemiş mi? Bu filmin omurgası yoksa hangi filmin vardır?”

Mı diyorsunuz?

Evet, film, bu meseleyi ele alma iddiasıyla yola çıkmış. Ve gerçekten ilk 20-25 dakika boyunca da bu meseleye kuvvetli bir şekilde odaklanmış. Peki sonra ne olmuş?

Bir aile, ki iki oğuldan biri Türk askeri, diğeri PKK ile dağa çıkmış, PKK’lı olan öldürülmüş, köylerinden koparılmışlar ve İstanbul’a göçmüşler. Hatta ailenin bir kısmı insan tacirleri aracılığıyla Norveç’e kaçmış. Kadının (Havar) çok ciddi bir hastalığı var, adamın (Ramo) üzerine titrediği tek erkek evladı ölüyor, diğer kız çocuklarına devlet “el koyuyor”... Bu arada ailenin eşcinsel bireyi Kadri travestilerle birlikte kaçıyor ve fuhuş batağına düşüyor. Ağabeylerden biri (Mamo) ailenin onurunu kurtarmak için Kadri’nin peşinde...

Gerçekten, “dramatik” olarak adlandırabileceğimiz herşey var...

Ancak bir senaryoyu senaryo yapacak en temel şey, çatışma yok. Evet, ailenin içine düşdüğü durum ile kültürleri çatışıyor, ancak kahramanlar karşılaştıkları engelleri aşmak için herhangi bir şey yapmıyorlar. Sadece sürekli olarak başlarına kötü bir şey geliyor. Yaşadıkları tatsızlıklar için biraz üzülecek gibi oluyoruz, ama herhangi bir eylemde bulunmadıkları için onlarla özdeşleşemiyoruz.

Film ilk 20 dakikadan sonra böyle devam ediyor. Filmin içinde, yaşadıklarıyla savaşan tek bir kişi var, o da ailenin eşcinsel bireyi Kadri. Diğerleri sadece başlarına gelenleri izliyorlar. Sonuç olarak hikaye tamamen Kadri ekseninde ilerliyor, çünkü bir sonraki sahnede ne olacağını merak ettiren tek şey aslında Kadri’nin yaşamı. Ve ailenin tepki verdiği, karşılığında harekete geçtiği tek konu da Kadri.

Böyle bir hikayeye asla itirazım yok. Üzerine güzel bir film yapılabilir.

Ama hani filmin temel meselesi doğuda yaşadıklarımızdı? Filmin afişinde “Buradaki Çocukların Kaderini Kim Yazıyor” denmiş. Hikayesini okuduğumuzda “Her türlü ayrımcılığa ve ötekileştirmeye karşı duran, savaşın, kavganın, kendine benzemeyeni hor görmenin sorunun ta kendisi olduğunu söyleyen bu filmde anlatılan; hepimizin, memleketimizin, Türkiye’nin hikayesidir.” deniyor.

Oysa Kadri’nin hikayesi Türkiye’nin PKK sorunuyla ilgili değil.

Eğer ki filmi yapanlar “kendine benzemeyeni hor görmek” derken homofobiklerin travestileri hor görmeleriyle Türklerin PKK’lıları hor görmelerini benzeşleştirdilerse... Gerçekten söyleyecek hiç sözüm yok! Hem buraya kadar yazdıklarımı unutun, hem de bundan sonrasını okumayın. Bu film beni çok çok aşmış demektir!

Sonuçta bu filmi seyrederken senaryonun neyin üzerine inşa edildiğini anlayamıyoruz. Bu da bizi rahatsız ediyor.

Senaryo kurslarında, senaryo kitaplarında defalarca duyduğum bir söz var, eğer bir sahne filminizin ana hikayesine, ya da kahramanın yolculuğuna hizmet etmiyorsa, çıkarın.

Bunun aması maması yok! Kadri’nin hikayesinin Türkiye’nin doğu sorunuyla ve bu yüzden bir ailenin parçalanmasıyla bir ilgisi var mı?

Yok.

O zaman bu hikayenin bizim filmimizde yeri de yok.

Ama bu bir gerçek hikayeden esinlenilmiş?

Beni ilgilendirmez. Çıkmalı. İlla öyle bir birey kullanacaksanız da film onun üzerine kurulmamalı.

Oysa filmimizde yeri olmaması gereken bu hikaye en az 40 dakika boyunca filmin omurgasını oluşturuyor.

Hatta biraz daha ileri gidiyor ve filme adını koyuyor: “Güneşi Gördüm”. Bu, bir kardelenin hikayesi, “kardelenler güneşe aşıktırlar ve güneşi gördükleri anda ölürler, ama yine de tüm yaşamları boyunca güneşi görmek için mücadele ederler” diyor Kadri ve yanında her zaman bir kutu içinde kardelen çiçeği taşıyor.

Filmin finalinde, ağabeyi tarafından öldürülürken güneş doğmaktadır, kardelen çiçeği güneşi görür.

Yani bu “güneşi görme” meselesinin Türkiye’nin doğusuyla, PKK ile ya da Türk askeri ile alakası yok. Filmin afişinde Ramo çocuğunu kaldırmış güneşe doğru tutmuş, karşıdan helikopterler geliyor...

Oysa güneşi görme aşkı, Kadri’nin aşkı... Köyünden ayrılırken karın altından çıkarıp aldığı kardelen çiçeğinin aşkı... Ramo’nun değil.

Doğulu bir eşcinselin töreyle yaşadıklarını bırakın, herhangi bir eşcinselin İstanbul’da yaşadıkları dahi başlı başına çok dramatik bir hikaye, kabul ediyorum.

Ama...

Bir senaryo yazarken zaman zaman muhteşem bir sahne, ya da küçük hikaye gelir gözünüzün önüne. Bu sahneyi, hikayeyi filmde kullanmak için yanıp tutuşursunuz. Bunun için Amerikalılar “Kill your babies!” diyorlar. Evet, bu muhteşem sahne, bu müthiş dramatik hikaye harika bir şeydir. Ama filmimizin konusuyla ilgisi yoktur, o halde “bebeğinizi öldüreceksiniz”. Bu hikaye filmden çıkacaktır. Çıkmalıdır. Nokta.

Çıkmazsa?

Bilmiyorum... Belki çok istisnai başarı öyküleri vardır...

Bana sorarsanız “Güneşi Gördüm” böylesine bir istisnai durum yaratamamış.

Bu omurgasızlık sorunu yüzünden filme kapılıp gidemiyor seyirci. Bence bu filmin senaryosu, muhteşem bir zafer elde edeceği maça 1-0 mağlup başlamış.

Yine de, ufak bir ihtimal olmakla birlikte, bu omurgasızlığa rağmen senaryo başarılı olabilecekmiş, çünkü dedim ya, daha PKK dediğiniz anda hepimizin tüyleri diken diken oluyor ve o duyguyu hissedebiliyoruz.

Ama bu sefer de çok talihsizce basit senaryo hataları çıkıyor önümüze.

1. “Göster, söyleme” herhalde en bildik senaryo prensibidir. Bunun adı “movie”, film, yani bir şeyler hareket edecek, söylemek istediklerinizi bu hareket eden şeyler aracılığıyla anlatacaksınız. Oysa bu filmde birkaç yerde, can alıcı sözler sadece, ama sadece söyleniyorlar. Çok basit bir örnek olarak Çocuk Esirgeme Yurdundaki müdire (Nurseli İdiz), çocuklar giderken “ben böyle baba görmedim, neredeyse her gece çocuklarını görmeye geldi” gibilerinden bir şey söylüyor.

Ve bizim bu söz üzerine baba (Mahsun Kırmızıgül), yani Ramo için duygulanacağımız mı bekleniyor? Haliyle, hiç bir şey hissetmiyoruz. Çünkü bize hiç bir şey gösterilmiyor. Sadece söyleniyor. Oysa bu söylenmese, sadece tek bir sahnede, babanın gece vakti çocuklarını görmeye geldiği gösterilmiş olsa yetecekti bizim için.

Düzeltilmesi o kadar basit bir hata ki, bunca emeğin yanında bunun yapılmamış olmasına inanamıyor insan...

Ne yazık ki “göster, söyleme” prensibi filmin birkaç can alıcı yerinde çiğneniyor ısrarla...

Oysa aynı filmin ilk dakikalarında, baba askerdeki oğlunun fotoğrafını duvara asarken, diğer, dağa çıkan oğlunun fotoğrafını asamamıştı. Sadece “koyamayız oğlum” demişti. Ne güzel bir sahneydi. Göstermişti, söylememişti. Biz ne demek istediğini anlamıştık.

Senaryo her saniyesinde, duyguyla, ya da olayla, seyirciyi kendisine bağlamalı. Seyircinin duyuları öylesine alarm seviyesinde tutulmalı ki başka bir şey düşünecek, sağına soluna bakınacak, koltuğunda eşelenecek fırsatı olmasın. Eğer bunun gibi, “konuşan kafalar” sahnelerinizde 10-15 saniye boyunca yer alıyorsa, emin olun o seyirci ya patlamış mısırını yemeye başlar, ya koltuğunda rahatsızlanır, ya da önünde oturanın saçından başından rahatsız olur. Ondan sonra artık o seyirciyi bir daha ne zaman geri kazanabilirsiniz, allah bilir...

2. Klişelere asla karşı değilim. Zekice kullanıldığında bence müthiş bir duygu aktarabiliyor seyirciye. Bu konuda herhalde Çağan Irmak’ın üstüne yoktur! Bu filmde de birkaç yerde çok beylik klişeler kullanılmış. Ama kullanılırken öylesine basit hatalar yapılmış ki, onca oyunculuk, onca dramatik yapı heba olmuş.

Örnek-1: Anne, Gülistan (Şerif Sezer) film boyunca hiç konuşmuyor. (aslında PKK’lı oğlu eve geldiğinde birşeyler söylemişti ama neyse...) Kocası Davut’un (Altan Erkekli) söylediğine göre oğlu mayında bacağını kaybettiğinden beri kadının yüreğindeki yaraları kapanmamış. Üstüne bir oğlu da PKK’lı terörist olarak öldürülmüş... Kadının dramı büyük yani.

Sonra, Norveç’te, oğluna hastanede takma bacak takılıyor.

Klişe bir sahne. Oğlu (yanlış hatırlamıyorsam Berat, Buğra Gülsoy) karşısına gelmiş, anne çok duygulanmış, oğluna doğru koşuyor. Daha sahne başlamadan “hah” diyorsunuz. “Anne konuşacak!”.

Dedim ya, itirazım yok. Şerif Sezer çok büyük bir oyuncu. Bu sahneye ruhunu katıyor.

Ama bu işte bir gariplik var? Gülistan’ın yaşadığı dram, oğluna bacak takılıp takılmaması ile ilgili değildi ki? Bize buna dair hiç bir bilgi verilmedi film boyunca. Peki şu anda yıllar sonra konuşmasını sağlayacak denli büyük olan olay nedir? Bir çocuğu ölmüş, diğerinin bacağı kopmuş. Şimdi sadece takma bacak takılıyor, ayrıca bu hastane operasyonu sanki kendisine sürpriz olarak mı hazırlandı???

Örnek-2: Ramo’nun karısı Berat (Demet Evgar), hastanedeyken çocuklarına devletin el koyduğu söylenmemiş. Şimdi –nedense nasıl çözüldüğünü bilmediğimiz bir şekilde- çocuklar ziyaretine geliyorlar. Çocukların Berat’a bir koşuşları var, Berat’ın bir duygulanması var... Tamam bir anne çocuklarını özler, ama bunda bu kadar büyük bir olay yaratacak bir şey yok... Berat yaşadıkları sorunu bilseydi belki taşlar çok daha yerine oturmuş olurdu.

Peki ne oluyor? Biz seyirci olarak bu klişe sahneye bakıyoruz, nefis bir müzik, nefis bir oyunculuk... Ama bir şeyler eksik... O an çözemiyoruz belki. Ama ağlamıyorsak bir sebebi var!

3- Allahaşkına artık Türk filmlerinde Erol Günaydın’ı yatalak hasta rolünde oynatmasınlar! Rica ediyorum. Bu roldeki bir oyuncunun PKK sorunu hikayesine bir katkısı yok, Kadri’nin hikayesine bile bir katkısı yok. Adamcağız öylece yatıyor, evde bir sürü travesti... Bir travesti onu besliyor... Ne anlatılmak istenmiş? “Travestilerin de aile bağları vardır, yatalak babalarına bakabilirler” mi?

Türk sinemasında son dönemde “aynı anda bir sürü şey söyleme” derdi var. PKK sorunundan bahsederken bir de eşcinsel doğulu gencin sıkıntısını anlatayım, o sırada 80 darbesinde Diyarbakır hapishanesinde görülen işkencelere de değineyim, insan tacirlerinin yolda bu kaçaklara nasıl hayvan muamelesi yaptıklarını da anlatayım filan derken sonuçta ortaya, bir sürü –aslında duygu yüklü olması beklenen- sahnenin düzensiz şekilde sıralandığı bir kolaj çalışması çıkıyor. Ve inanın bu çorba, hiç de umduğumuz lezzeti vermiyor bize.

Mahsun Kırmızıgül, bu bebeklerinden birkaç tanesini öldürebilmiş olup esas anlatmak istediğine odaklanabilmiş olsaydı...

Keşke...

Pazar, Mart 01, 2009

m006 - Yoldaki Patikaları Görebilmek

Genelde bir film seyrettikten sonra onu neden beğendiğimi ve/veya neden beğenmediğimi düşünürüm. “Başarıya giden yolu” formülize etmeye çalışmanın tamamen boşa bir çaba olduğunu gayet iyi bilmeme rağmen, kendimi bunu yapmaktan alıkoyamam.

Matematik düşkünü bir insan olduğum için, önüme konan problemin, ne kadar karmaşık olursa olsun, denklemlerle, sayılarla ifade edilebilmelerini çok isterdim. Ama ne yazık ki, yaşamın kendisi gibi, içerdiği problemler de hemen hemen hiç bir zaman değişmez kurallarla çözülemiyorlar.

Bir yolculukta olduğumuzu algılayıp, ulaştığımız yere değil de bizzat yolculuğun kendisine odaklandığımızda daha çok şey elde ediyoruz hayattan sanki.

“Güzel senaryo yazmanın” şu belki de hiç varolmamış altın kurallar kitabını ararken yürüdüğümüz yol da, aslında o altın kurallar kitabını bulmaktan daha bile keyif verici olabiliyor. Bu yüzden o hiç ulaşamayacağım kitabın peşinden koşmayı sürdüreceğim.

Yol boyunca öğrendiklerim yanıma kar kalacaktır.

Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’ni seyrettikten sonra da uzunca bir süre bu filmi neden beğendiğimi çözemedim. Aslında filmin genelinde, içerdiği “high-concept” fikri taşıyabildiğini düşünmüyorum. Bir adamın yaşlı doğup bebek ölmesi, zamanın tersine akması, başlı başına büyük bir fikir ve tek başına bu cümle seyirciyi sinemaya çekmeye yeter. Evet bu bir roman uyarlaması, ve bu sıradışı fikir henüz sıradanlaşacak denli çok tekrar ve taklit edilmedi.

Ancak filmin özellikle ilk yarısı bana göre hayli yavaş tempoda, ve yaşlı doğmuş bir çocuğun yaşayabileceği çatışmayı yeterince vurgulamayarak, vurgulamamayı tercih edererk, hatta neredeyse bu durumun doğal karşılandığı masalsı bir ortamda geçti.

Filmin ana ekseninde hiç kuşkusuz Benjamin ile Daisy’nin imkansıza yakın aşkları var. Ancak biz bu muhteşem öyküden filmin ikinci yarısına kadar mahrum kalıyoruz. Şimdi senaryoya göz attığımda, ilk karşılaşmalarının 44. sayfada gerçekleştiğini görüyorum. Hiç kuşkusuz ki normalde kabul edilemeyecek bir durum bu.

Peki ben bütün bunlara rağmen neden bu filmi beğendim?

Bunu birkaç gün boyunca sorguladım. Cevabı bulabilmekten ve bunu blogumda dile getirebilmekten tam ümidi kesmek üzereydim ki, neredeyse her zaman olduğu gibi, cevap kendiliğinden bana geldi. Bir radyo programında, tamamen farklı bir konu ile ilgili olarak, konuşmacı, “hayatımız bir otoban, bizler bu otobanda haldır haldır gidiyoruz ve çoğu zaman etraftaki birbirinden güzel patikaları farkedemiyoruz” dediğinde filmde neyi beğendiğimi anlayabildim.

Senaryo tekniklerini bizleri otobanda son sürat ilerletecek araçlar olarak görme yanılgısına çok sık düşüyoruz. Benjamin Button’un Tuhaf Hikasi ise, çok süratli bir otoban vaadeden “high-concept” öncülüne ve Amerikan sinemasının sürat tutkusuna(!) rağmen, bizleri yol boyunca pek çok küçük kasabaya, şirin patikalara sokuyor. Filmin bütününe yayılmış iyimserlik havası, az önce söylediğim gibi, böyle garip bir yaşamın toplum tarafından neredeyse doğal karşılandığı masalsı atmosfer bizi içine çekiyor.

Çünkü bizler yaşamaktan yorgunuz. Kime sorsanız, bir haftasonu güzel havada dağa bayıra gitmek, piknik yapmak, ağaçlar arasında yürümek ister. Ancak bunu pek azımız yaparız. Bu yüzden senaryoda seyirciyi yaklaşık 120 dakikalık uzun yolculuk boyunca birkaç sakin ortama sokmanın, biraz ağaçlar altında oturmanın, biraz su sesi dinlemenin büyük faydası var.

Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’nin tüm başarısını buna indirgemek gibi bir niyetim yok. Ortada hiç kuşkusuz başarılı bir yazarın başarılı bir hikayesi var ve hiç kuşkusuz dramatik yapısı çok başarıyla örülmüş. Ben sadece benim duygularımı en çok okşayan unsur üzerine yoğunlaşıyorum.

Doğrusu benim, kısa ya da uzun, kaç dakikalık olursa olsun, bir senaryo üzerinde çalışırken yaşadığım en büyük sorun, kafamdakileri kağıda sığdıramamak olur. Pek çok bölümü kısaltırım, pek çok sahneyi atarım, ama hep o sayfa sınırının üstünde kalırım.

Hal böyle olunca, böyle bir koşturmacanın arasına bir de patikalar, güzel manzaralar sokabilmek ve seyirciyi dinlendirebilmek, kendisini iyi hissetmesini sağlamak gerçekten çok büyük bir yetenek olsa gerek.

Derler ya, bir yazarın yazdığı ne olursa olsun, okuyucu sadece kendi ihtiyaç duyduğu kadarını alacaktır. Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi de belki bana özellikle bu yüzden hitap etmiş olabilir; bir senarist olarak otobanda giderken patikaları görememenin eksikliğini uzun süredir hissediyordum. Film ise bunu çok hoş bir şekilde başarmıştı.

Yan yollara girip biraz yavaşlamanın çok daha temelde bir faydası daha var, ki bu çok bilinen bir prensibe işaret ediyor: Siyahı anlatmak istiyorsanız yanına ışıl ışıl bir beyaz koymalısınız.

Senaryodaki patikalar sadece bize o dinginliği vermekle kalmaz, doğal olarak gideceğimiz yoldaki sürati ve engelleri de daha fazla vurgulamış olur.

Konuya bu şekilde “otobanın kenarındaki patikalar” gözlüğüyle bakabildiğimde ister istemez “Everything Is Illuminated” filmi geldi aklıma. Radyodaki program, çok uzun bir süre önce izlemiş olduğum ve neden beğendiğimi tam olarak dile getiremediğim bu film için de yanıt olmuştu bana, bir taşla iki kuş vurmuştu.

Filmde söylendiği gibi... “Senin için gelecek olanı asla bilemezsin.”