Çarşamba, Ocak 09, 2013

m017 - Pi'nin Geç Başlayan Hikayesi


Dikkat, bu yazı “Pi’nin Yaşamı (Life of Pi)” filmi hakkında “spoiler” içermekte. Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir.

Sinema sanatı hakkında bilgi sahibi olduğumu iddia etmek gerçekten tartışmasız kendimi bilmezlik olur. Ben sadece senaryo hakkında kalbur üstü bir teorik bilgiye sahip olduğumu söyleyebilirim, ancak bu kadarlık bilgimle dahi bir filmi seyrederken hep bu teorik bilgiyle mi kendimi sınırlandırıyorum, normal bir sinema seyircisi gibi gördüğüm şeylerden zevk alamaz hale mi geliyorum diye endişe ediyorum.

Elbette ki basketbol oynamış bir sporcu ile hiç spor yapmamış bir taraftarın basketbol maçı seyretmesi arasında fark olur. Bendeki farkın da böyle bir şey olduğunu umuyorum.

Life Of Pi’yi seyrettiğimde aklıma ilk gelen, filmin ilk yarısını kaplayan giriş bölümünün bu kadar uzun tutulmasının ne kadar kötü olduğuydu. Çok basit iki senaryo prensibi var. Birincisi filmin giriş bölümü, filmin %10’unu pek geçmese iyi olur diyor. İkincisi ise filmdeki her sahnenin, anlatılmak istenen hikayeye hizmet etmesi gerektiği.

Peki Life Of Pi’nin temel hikayesi nedir? Bir kurtarma teknesinde mahsur kalan bir genç adam, bir sırtlan, bir maymun, yaralı bir zebra ve bir Bengal kaplanı’nın yaşadıkları.

Filmin koskoca ilk yarısı bu temel hikayeye giriş için harcanmış. Sahiden rengarenk, şirin, güzel sahneler, dinler ve inançlar hakkında derin düşünceler ve sonlara doğru genç Piscine Patel (Pi)’nin yarım kalacak bir aşk hikayesi.

Bu ilk yarı boyunca öğrendiklerimizin hangileri filmin temel hikayesine hizmet ediyor diye düşündüğümde, Pi’nin matematikteki başarısını, hayvanat bahçesinde özellikle bir Bengal kaplanının temel dürtülerini görmesini, din ve inançlar hakkındaki düşüncelerini hatırlıyorum. Bir de dayısının yüzme konusundaki becerisini.

Bunlar sahiden teknede yaşanacaklara bir alt yapı oluşturdular. Fakat bunları anlatmak bir saat sürmemeliydi. Hele hele yaşadığı aşk hikayesi ile temel hikaye arasında hiç bir bağ kuramadım. Ama hepsinden önemlisi, bu koca ilk yarı boyunca hiç bir çatışma yoktu. Piscine isminin kendisine yaşattığı zorluklar ve terk etmek zorunda kaldığı bir sevgiliyi saymazsak.

Sonuç olarak, hikayeye bir saat boyunca başlanamamış olmasından ve hemen hemen hiç çatışma oluşturulmamasından sıkıldığımı hissettim.

Güzel sahneler ve hoş bir anlatımı izlerken neden sıkılıyorum diye düşündüğümde de en başta bahsettiğim noktaya geldim. Acaba iki kuruşluk senaryo bilgim yüzünden bu hoş filmden zevk alamıyor muydum?

Ama hayır, birbirinden çok farklı kişilere de sorduğumda filmin ilk yarısından sıkıldıklarını ama sonradan hikayenin çok güzel toparlandığını söylediler. Sanırım kitap da böyleymiş, kitabı okuyanlar da Pi’nin çocukluğunun çok ağır ilerlediğini ama o bölüme katlanabilirsen sonrasının çok güzel olduğunu söylüyorlarmış.

Yani, ben bu filmin ilk yarısından sıkıldım, senaryodan anlamayan bir seyirci de sıkıldı. Aramızdaki tek fark benim neden bu yarının sıkıcı olduğunu teknik olarak açıklayabiliyor olmamdı.

İkinci yarı ise adeta bambaşka bir filme dönüştü. Tamamen hikayeye odaklanmış, sonuna doğru bizi şaşırtacak şekilde, zekice kurgulanmış ve herhalde yönetmenin de büyük becerisiyle bizi içine çeken, sarıp sarmalayan bir anlatım. Çok basit, nereye gittiğini bildiğimiz bir hikaye: teknedeler ve acaba nasıl kurtulacaklar? Pi’nin yaşadığını biliyoruz da, acaba Richard Parker da kurtulacak mı?

Beni en çok etkileyen, hayatın gerçeklerini olanca soğukluğuyla, ama asla insanı rahatsız etmeden vermesi oldu. “Spiritüel bir film” dendiğinde insan zannediyor ki Pi, sırtlan, zebra, maymun ve kaplan teknede baş başa kaldıklarında “sevginin muazzam gücüyle” bu canlılar bir arada sevişerek yaşayıp gidecek.

Ha ha! Dakika bir gol bir, sırtlan sırtlanlığını, kaplan kaplanlığını yapıyor.

Hele o son “vedalaşma”(!) sahnesi yok mu, gerçekten zevkten yağlarım eridi. Evet, işte bu! Bengal kaplanı o tekneden atlar ve böyle gider. Burada sevgisizlik, nankörlük vs. yok, sadece doğada olan var. Ve böyle soğuk bir sahne bu kadar güzel mi anlatılabilir?

Ayrıca filmdeki “vahşice” diye adlandırabileceğimiz sahnelerin anlatımındaki ustalığa hayran oldum. Pek çok senarist ve yönetmen eminim, o duyguyu verebilmek için bir hayvanın diğerini parçalamasını olanca ayrıntısıyla verirdi. Oysa burada hiç bir şey gösterilmedi ve görmediğimiz bu sahneler bence bizde çok daha güçlü duygular uyandırdı.

Hikayenin temelindeki “hangi hikaye gerçek?” kurgusu da bence çok başarılıydı.

Ancak bütün bu görsel şölene, sağlam hikayeye rağmen filmin ikinci yarısı da bir başyapıt olmaktan biraz uzak kaldı. Bunun öncelikli sebebinin bize en başta vaadedilen şeyi verememesi olduğunu düşünüyorum. Filmin başında bize ne denmişti? Senarist kendisine tanrının varlığını ispat edecek bir hikaye anlatılacağını duyar, Pi ise “sana hikayeyi anlatacağım ama sonunda tanrıya inanıp inanmamak sana kalmış” der.

Maalesef ben teknede geçen hikayenin (her iki versiyonunun da!) tanrının varlığını ya yokluğunu güçlendirecek bir hikaye olduğunu hissetmedim. Bu da ağzımda buruk bir “Ee? Nerede bana vaadettiğiniz ispat?” tadı bıraktı. Keşke bunun hiç lafı bile edilmeseydi, o zaman daha tatmin olmuş bir şekilde ayrılacaktım salondan.

Hazır ağzımda bu buruk tad oluşmuşken, elbette hastane odasında sigorta şirketi görevlilerinin Pi ile yaptıkları konuşmanın garipliğine de takılmadan edemedim. Bu görkemli “masal”ı dinledikten sonra “bize bunları anlatma, esas geminin neden battığını anlat, insanlara kabul ettirebileceğimiz şekilde anlat” diyorlar ve bunun üzerine Pi Patel, yine geminin neden battığına dair hiç bir şey söylemeden, hikayenin ikinci versiyonunu anlatıyor.

Peki ama neden sigorta görevlileri “bize geminin neden battığını anlat” dediler? Ne alakası vardı??? Sigorta görevlilieri “geminin neden battığını söyle” demek yerine “bırak bu masalı da bize gerçek hikayeyi anlat” filan deselerdi daha tutarlı olmayacak mıydı?

Bu kadar duygusal ilerlemiş bir hikayenin tam da final bölümünde böyle bir mantık hatası yapmanın ne alemi var?

Bu küçücük gariplikler, kaybedilmiş bir ilk yarıyla birleşince filmi “başyapıt”lıktan “çok güzel film” kategorisine düşürmüş.

İşin talihsiz yanı da, edindiğim senaryo bilgisinin beni “çok güzel bir film seyrettim” demekten alıkoyup “muhteşem olabilecekken sadece çok güzel olabilmiş bir film seyrettim” demeye yönlendirmiş olması.