Çarşamba, Aralık 15, 2010

m014-Av Mevsimi, Tadı Damağımda Kalamayan Film

Dikkat, bu yazı Av Mevsimi filmi ile ilgili "spoiler" içermekte. Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir.

Son zamanlarda üst üste o kadar çok kötü film seyrettim ki, Av Mevsimi ilaç gibi geldi. Açıkçası seyretmeden önce "yine bir usta polis, çırak polis klişesi, şaşırtmaya çalışan ama beceremeyen bir cinayet hikayesi izleyeceğiz" diye düşünüyordum. Oysa film hiç korktuğum gibi çıkmadı. Final bölümündeki senaryo tercihlerinin bu kadar kötü olduğu hissine kapılmasayadım tam anlamıyla "tadı damağımda kaldı" diyeceğim bir film olacaktı. Türk Sineması'nda bence artık bir teknoloji sorunu yok. Görüntüler, çekim, renkler, müzikler, hepsi filmi sinema salonunda izlemeye değer kılacak denli güçlü. Dolayısıyla eğer bu görselliği hoş bir hikayeyle, iyice oyunculuklarla desteklerseniz ortaya iyi bir eser çıkmaması için sebep yok.

Her şey bir yana, filmi taşıyan bütün oyuncular döktürüyor. Şener Şen, Çetin Tekindor, Melisa Sözen, Okan Yalabık. Daha ne olsun! Üstüne bir de Cem Yılmaz. Onun tek dezavantajı en duygusal sahnelerde bile seyircinin ister istemez gülüyor olması. Deli Karadenizli rolü ona çok yakışmıştı oysa. Ama adamın adı Cem Yılmaz olunca, ölürken yaptığı harekete bile gülüyor insan.

Film çok uzun bir süre boyunca seyirciyi duygusal olarak çok etkileyecek şekilde ilerledi, herhalde buna bir Yavuz Turgul klasiği de diyebiliriz. Ortada bir cinayet olayı vardı, ancak hepimiz cinayetin kendisiyle değil, bir cinayet masasında çalışan üç kişinin hayatlarının nasıl alt üst olduğuyla ilgileniyorduk. Hayatlarının alt üst olmasının sebebi de bizzat bu cinayet değildi, dolayısıyla filmin merkezinde olmaması da çok mantıklıydı.

Deli İdris karısıyla barışacak mı, Hasan bu mesleği mi seçecek yoksa nişanlısının babasının et lokantasında genel müdür mü olacak, "Avcı" Ferman artık emekli olup karısıyla birlikte el ele oturup televizyon seyredecek mi? Film bizi bu üç kişinin dünyasına çok başarılı şekilde çekiyordu. Hikaye ne kadar basit olsa da, temel çatışmalar o kadar güzel bir şekilde kurulmuş ki, size yerinize mıhlanıp seyretmek kalıyor.

Fakat işte ne olduysa, son 15-20 dakikada, final bölümüne yaklaştığımızda oldu. Bu kadar duygusal ilerleyen film bir anda Agatha Christie romanı olma iddiası taşımaya başladı. Sanki cinayetin hikayesi çok karmaşıkmış, çözümü imkansızmış gibi, hatta bu cinayetin çözümü Avcı ya da Deli İdris için hayat memat meselesiymiş gibi, bir anda bütün yoğunluk üç kişinin hikayelerinden, cinayetin kendisine yönlendirildi.

Ve bence tam bu noktada bir çuval incir berbat oldu. Bu filmde bizi meraklandıran, duygularımızı uyandıran şey cinayetin kimin tarafından, neden, nasıl işlendiği değildi. Zaten kimin tarafından işlendiği filmin ortalarında bir yerinde aşağı yukarı belli olmuştu, ama bundan rahatsız olmamıştık, zira zaten bununla ilgilenmiyorduk biz, kahramanlarımızın hayatıyla ilgileniyorduk.

Bir anda elimizden oyuncağımız alındı ve yerine başka bir hikaye verildi. Cinayet romanlarında insanı en çok etkileyen şey cinayetin ne kadar karmaşık şekilde işlendiği ve çözümünün ne kadar imkansız olduğudur. Ayrıca bu hikayeyi çözen kişinin inanılmaz bir zeka ile bu çözümsüzlükten kurtulmasından etkileniriz.

Av Mevsimi'nde bunların hiç biri yok ki. Cinayetin kim tarafından işlendiği zaten açık şekilde dile getirilmiş. Battal Avcı ile dalga geçmiş, bunu bir gurur meselesi haline getirmiş. Yani katilin kim olduğunu biliyoruz. Peki o zaman sorunumuz ne? Avcı, katilin Battal olduğunu ispatlayamıyor, değil mi?

Filmin başından itibaren bilinçaltımıza başarıyla işlenmiş bir "bakış açını değiştir" sözünün burada devreye girmesini ve Avcı'nın bakış açısını değiştirerek bu cinayeti çözmesini değil, ama ispatlamasını bekliyoruz.

Peki Avcı, bakış açısının değiştiriyor da ne yapıyor? Şimdi fazla detayına girmeme gerek olmayan bir şekilde, öldürülen kızın (Pamuk) ne sebeple öldürüldüğünü keşfediyor. Katilin Battal olduğunu ispatlayacağı şey ise, filmin daha beşinci dakikasında gördüğü tekerlek ve bot izleri.

Bu kadar güzel bir hikayeden alınıp küt diye böyle "yüksekten yere düşmüş olduğumuz" için bu sefer seyirci olarak saçmalıkları sorgulamaya başlıyoruz;

O kadar yüksek güvenlikli bir evde, hiç bir bilgi vermeyen doktor var, eve her gelen elini kolunu sallaya sallaya, sözde cinayet hikayesinin kilit noktasında bulunan hasta odasına girebiliyor, doktor kolayca bir önceki doktorun ismini veriyor, o eski doktor nedense koltukta oturup intihar etmek için bizim polislerin gelmesini bekliyor. Filmin o dakikasına kadar adı geçmemiş bu doktor bir anda cinayetin esas delillerini(!) ortaya çıkarıyor. Ama aslında bunlar esas deliller bile değil, dediğim gibi zaten filmin başında görmüştük delillerin ne olduğunu.

Başka şeyler de var ama filmleri sahne sahne ele almayı pek sevmiyorum, tek bildiğim şu; eğer seyirci film ile arasındaki duygusal bağı kaybederse o zaman gördüğü her şeyi kurcalamaya başlıyor. Kurcaladıkça da bir sürü konuda "hiç öyle şey olur mu!", "ne kadar saçma!" gibi düşünceler cirit atıyor beyninde. Oysa film, bu finale gelene kadar bizimle öylesine güçlü bir biçimde bağ kurmuştu ki, bunları hiç düşünmüyorduk.

Şimdi bu, bir çuval inciri berbat etmek değil de nedir? Cinayetin bu şekilde çözülmüş olmasından etkileneceğimiz mi düşünülmüş sahiden? Zeka nerede? Sürpriz nerede? Bizi şok edecek çözüm nerede? Ah! Hikaye bizi zaten etkiliyordu, neden bizi bundan mahrum ettiniz?

Final bir senaryonun zirve noktasıdır, tüm duyguların yükselip yükselip patladığı andır. Yavuz Turgul bunu bilmez mi? Elbette bilir, benden çok çok daha iyi bilir üstelik. Ama sadece finaldeki bu garip yön değişimi yüzünden Av Mevsimi "başyapıt" kategorisinden "hayli güzel bir film" kategorisine düşmüş.