Çarşamba, Aralık 02, 2009

M009-Neşeli Hayat

(Bu yazı Neşeli Hayat filmi hakkında “spoiler” içermekte. Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız yazıyı okumamanız tavsiye edilir.)

Geçenlerde televizyonda bayram sohbetleri sırasında Haluk Bilginer, kaliteli eleştiri azlığından, hatta yokluğundan yakınıyordu. Bir filmi beğendiğinizi ya da beğenmediğinizi söylemek yetmez, bunun sebeplerini söylemelisiniz, eğer bir oyuncuya en iyi oyuncu ödülü veriyorsanız, bunun da gerekçelerini açıklamalısınız diyordu.

“Neşeli Hayat” benim için öncelikle, gerçekten çok fazla bir sebebe dayandırmadan, sadece “beğendim” diyeceğim bir film oldu. Eski Türk filmlerindeki o samimiliği, içtenliği, temiz duyguları, sevgiyi çok güzel yansıttığını düşünüyorum.

“Noel Baba”, Rıza, Züğürt Ağa’daki gibi başına gelmedik kalmayan bir tipleme. İster istemez ona karşı sempati besliyor insan.

Filmin bütününe yayılmış bir pozitif duygu var. “Kötü adam” yok. En kötü diye düşünebileceğimiz tiplemeler belki öncelikle Şermin’in babası Ali usta, ki adam o kadar komik ki, kötü olmayı bile yakıştıramıyorsunuz kendisine. Ayrıca bütün o sert tavrının altında sonuçta son derece anlayışlı(!) bir adam, bütün örf ve ananelerine rağmen bizim Yusuf Lokman’ı öldürmüyor, evlenmelerine izin veriyor.

Belki düğün salonu işletmecisi, biraz kötü adam rolünde sayılabilir, ama onun da aslında hiç bir zararı dokunmuyor çocuklara, zaten istediği paranın yarısını kabul ediyor, onun yarısını peşin almayı kabul ediyor, tek arızası, parayı düğünden önce alamazsa elektrikleri kapatacağını söylemek.

Hadi biraz da Duran diyelim. Sonuçta Rıza’yı mahkemeye veren o. Ama inanın filmi seyrettiğim süre içinde içimde bu adama karşı da hiç bir öfke kırıntısı oluşmadı. Sonuçta o da mahallede ancak “yuvarlanıp giden” bir adamcağız. Kendi dertleri olduğu belli, bu işi de “kötü adam”lığından yapmıyor, sadece hakkını aramanın tek yolu görüyor.

Bu üç “hafifletilmiş” kötü adam, Rıza’nın önündeki engelleri oluşturan kişiler. Yani Rıza’nın çözmesi gereken problemler bu üç adam tarafından ortaya konulmuş.

Ve sonuçta hoş bir anlatımla, güzel duygular uyandırarak ilerliyor film.

Ben, şahsen içinden bu şekilde sevgi taşan sanat eserlerini seviyorum, izlemek hoşuma gidiyor. Hayatımızda o kadar çok dert, tasa, sıkıntı var ki, bir film beni iki saatliğine de olsa bunlardan uzaklaştırabiliyor ve hayata kısacık bir zaman diliminde pozitif bakmamı sağlıyorsa, seviyorum o filmi.

Neşeli Hayat’ı da bu yüzden; sevdim.

Ancak buraya kadar söylediklerim, tam da Haluk Bilginer’in işaret ettiği üzere, “ay ne güzel filmdi, ben beğendim vallahi” demekten öte bir anlam taşımıyor aslında.

Biraz tarafsız, ve “teknik” olarak bakmaya çalıştığımda aslında bu “kötü adam eksikliği”nın hikayede bazı zayıflıklar ortaya çıkardığını görüyorum. Öncelikle Rıza’yı ileri doğru götürecek bir motivasyon eksikliği var. Oysa filmin en başında serilmiş çok güzel tehditler var önünde; Duran’a borcunu ödeyemezse mahkeme, kim bilir ne karar verecek, Yusuf Lokman’ın düğünü yapılamazsa birkaç ay içerisinde çocuk öldürülecek, ve üstüne üstlük bu süre zarfında avukata ödenmesi gereken bir borç var.

Ama bu tehditler, olanca pozitiflik içerisinde bizi bir türlü korkutmadığı için, Rıza’yı korkuttuğunu da hiç sanmıyoruz. Zaten avukat parasını alamamaya baştan razı olmuş, Duran’a borcunu ödemeyemezse mahkemenin Rıza’ya ne gibi bir zarar verebileceği belli değil, adamcağızın malı mülkü yok ki haciz gelsin, ne yapacaklar? Yusuf Lokman’ın öldürülmesine ise zaten filmin en başından beri “ölsen de kurtulsak” şeklinde, şaka ile karışık bir yaklaşım içerisinde Rıza.

Rıza 30 gün çalışarak yaklaşık 1.200TL kazanacak. Peki bu parayı ne için kazanıyor Rıza? Bilmiyoruz, böyle bir hedef de yok aslında. Hele bir kazanılsın da, sonunda ne olacak, hep beraber görürüz havasında ilerliyor hikaye.

Rıza’nın böyle bir motivasyondan yoksun olduğunun en önemli kanıtı, küçük çocuğa küfrettiği için işten kovulduğu sahne. Rıza elbette üzülüyor, ama filmin başından beri üzüldüğünden daha fazla değil. Üstelik gidip patrondan özür dilemeyi dahi çok fazla düşünmüyor aslında. Hatta bu aklı kendisine başkaları veriyor. Onu da, artık iyice ümitsiz hale geldiğinde yapıyor.

Rıza, özür dilemekten ölesiye korkan bir tipleme de değil, öyleyse neden gidip patronun ayaklarına kapanmasın ki?

Kapanmıyor, çünkü bu durum onu ölesiye korkutmuş filan değil aslında.

Film, pozitif duygular uğruna en önemli çatışmaları öylesine yumuşatmış ki, aslında buna rağmen seyrederken nasıl olup da sıkılmadığımı düşünüyorum daha çok.

Ama tekrar ediyorum, ben bu filmi severek seyrettim!

Hedefin, tehlikelerin ve tehditlerin tam olarak ortaya konulamamış olmasından ötürü filmin finali de biraz tatminsizlik duygusu veriyor insana. Sonuçta sorunların çözülmesi için Rıza’nın yapması gereken şey otuz gün boyunca Noel Baba olmaktı. Bunu da yaptı, düğün de bir şekilde ayarlandı ve yapıldı, ama Rıza’nın esas sorununu, düğünde Noel Baba torbasına konan paralarla çözüldü.

Tam bir “deus ex machina” durumu. Sağolsun sayın Gezgin Gezer, blogunda (http://sanarist.blogspot.com) sık sık dile getirir bunu. Hikayede böyle bir gidişat yokken, hatta düğünde hiç kimsenin çocuklara altın bile takmayacağı konuşulurken Noel Baba geliyor ve çocuklara hediye vermek için çantasını doldurmasını gerektiğini söylüyor, herkes de bir anda şevkle torbanın içini parayla dolduruyor.

Ve bu para çocuklara hediye almak için filan değil, evlenen gençlerin düğün salonuna borçlarını ödemek ve sonra Duran’a iletilmek üzere kullanılıyor.

Görünmeyen bir güç, bu çözülemeyecek gibi duran problemi bir anda çözüveriyor yani.

Şimdi diyeceksiniz ki, filmle ilgili yazı yazdın, bir tane bile olumlu söz çıkmadı ağzından. Sonra da kalkmış “filmi sevdim” diyorsun.

Eh. Bu da bizim blogumuzda bir “deus ex machina” örneği olsun...

Çarşamba, Nisan 22, 2009

m008 - Yargılamayın, Sorgulayın!

Bu yazı “Reader”, “Okuyucu” filmi hakkında spoiler içermekte. Filmi henüz izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız okumamanızı tavsiye ederim.

Algı sınırlarımızı zorlayan filmlere bayılıyorum.

Hep söylerim, klişelere asla karşı değilim, pek çok yazar ve yönetmen çok başarılı ve en azından bir ucundan kıyısından yenilik ekleyerek, zeka ekleyerek, duygu ekleyerek klişeleri başarıyla kullanıyorlar.

Hiç itirazım yok.

Ancak bazıları da var, karşımıza öylesine aykırı ve zorlayıcı birşeyler koyuyorlar ki gerçekten o filmleri seyretmek unutulmaz bir deneyim haline geliyor.

Aslında Reader hakkında olumsuz pek çok şey söyleyebilirim. Öncelikle filmdeki kadın kahraman Hanna Shmitz (Kate Winslet) öylesine kötü bir geçmişle karşımıza çıkıyor ki, gerçekten ortalama bir insan olarak onun yaşadıkları için üzülmemiz, onunla özdeşleşmemiz müthiş zor hale geliyor.

Filmin, Kate Winslet ve Ralph Fiennes’ın muazzam oyunculuklarına rağmen 83 Milyon Dolar gibi mütevazı sayılabilecek bir gişe elde etmesinde bunun da rolü olsa gerek.

Filmin ilk yarısı çok ağırlıklı olarak Hanna Shmitz ile genç lise öğrencisi Michael Berg arasındaki tutkulu ve hayli erotik aşk ile geçiyor. Hanna çok karmaşık bir kişilik, ve herhalde 40-45 dakika boyunca çıplak gezmesine rağmen Kate Winslet, inanılmaz bir oyunculukla ruhumuza işliyor. Bu kadında bir gizem var, bir hüzün var, ama bilemiyoruz.

Öğrenmek için bekliyoruz, fakat yine de hemen hemen hiç bir şey olmayan bu ilk yarı biraz fazla geliyor bizlere. Bir ara Micheal okuldaki genç kızlarla fingirdeyecek gibi oluyor, ama bu çatışmanın dahi pek üstüne gidilmiyor. İki kişi arasındaki aşk, herhangi bir engelle karşılaşmadan, devam ediyor. Engel zaten aşkın kendisinde, çocuk annesi yaşında bir kadınla birlikte olmakta.

Michael Hanna’ya kitaplar okuyor, sonra da sevişiyorlar.

Hanna, bir sonu olamayacağı belli bu aşkta çocukcağızı bir anda terkedip gittikten yıllar sonra, artık bir hukuk fakültesi öğrencisi olan Michael Berg, İkinci Dünya Savaşı suçluları ile ilgili bir duruşmada Hanna’yı görüyor. Meğer bizim hüzünlü Hanna, acımasız bir SS subayıymış zamanında.

Filmin tanıtımında “bir sırrı saklamak için ne kadar ileri gidersiniz?” yazıyor. Halbuki bence filmin esas konusu “sevdiğiniz insanın hatalarını nereye kadar affedebilirsiniz?” olmalıydı.

Beni bu denli etkileyen bir aşk hikayesini en son “What Dreams May Come”da (Türkçe’ye her ne hikmetse “Aşkın Gücü” diye çevrilmişti yanlış hatırlamıyorsam) izlemiştim. Adam sevdiği kadın için, bırakın dağları delmeyi, ya da hayatından vazgeçmeyi, öteki dünyada sonsuza dek cehenneme gitmeyi göze alıyordu!

Daha ötesi olabilir mi acaba diye çok düşünmüştüm.

Burada, Michael, Hanna’nın işlediği suçları öğreniyor. SS subayı olarak Yahudi kampında her hafta on kadını seçip ölüme gönderiyorlarmış, Hanna da bu seçimleri yapan gardiyanlardanmış.

Bu, hala Hanna ile özdeşleşmemizi çok zorlaştırmıyor aslında. Sonuç olarak mahkemede söylediği gibi, “siz olsaydınız, ne yapardınız?”. Sonuçta kendisine haftada bir kez o kamptaki en çelimsiz ve “yararsız” on yahudiyi seçmesi emredilmiş. Bunda bile biraz insani, biraz duygusal yaklaştığını anlıyoruz konuşmalardan.

Hele hele “gözdesi” denilen mahkumları odasına alıp onlara kitap okutturmuş olduğunu öğrenince, epey bir yakınlaşma dahi hissediyoruz...

Fakat daha sonra, belki de Michael’ın sevgisini iyice bir sınamak için, çok çok uç noktada bir şey söyleniyor: mahkumları bir yere götürürlerken kaldıkları yerde yangın çıkıyor ve Hanna, diğer gardiyanlarla birlikte mahkumların kapısını açmıyor, içeride diri diri yanmalarına göz yumuyor.

Ve Hanna buna savunma olarak “bıraksaydık kaçarlardı” diyor!

Bence bu dakikadan sonra artık seyircinin Hanna’nın başına gelecekler için üzülmesi ya da heyecanlanması mümkün değil.

Ama diğer tarafta Micheal ne yapsın? Bir zamanlar tutku ile sevdiği, uğruna tehlikelere atıldığı, ve sahiden de birlikte oldukları zaman içerisinde hiç kötü kalpliliğini görmediği, zavallı, hüzünlü Hanna’dır o.

O zaman “ben Michael’in yerinde olsam ne yapardım?” diyor işte insan.

Onca tutkuyla sevdiğiniz, sizin için melek olan kadın, acımasız bir SS subayı çıkarsa, duygularınız nefrete dönebilir mi?

Bu, gerçekten müthiş bir sorgulama!

Ve Micheal, mahkemede Hanna’yı, en büyük cezayı almaktan kurtarabilecekken, sevdiği kadının onurunu korumak adına, bunu yapmıyor. Elbette canım cicim diyerek ayaklarına da kapanmıyor ama insan ruhunu çok sarsacak biçimde ona kitaplar okuyup kasetlere dolduruyor.

Film, başından sonuna dek, yargılamıyor, sorguluyor, ve geri plandaki bu tema, hukuk fakültesindeki öğretmenleri ile aralarındaki diyaloglarda bize sunuluyor.

Sanırım filmde beni en çok etkileyen unsurlardan biri de bu. Yazar bir şeyler söylemek istemiş, olayları yargılamaktan çok sorgulamaktan bahsediyor, ve bunu konuyla ilgisiz sahnelerdeki kişilerin diyaloglarına yediriyor.

Bence muhteşem bir çözüm!

Kötü bir senaryoda eminim bu diyaloglar Michael ile Hanna arasında geçerdi! Oysa bu filmde profesör ile öğrenciler arasında geçiyor. Onlar bambaşka bir konudan bahsediyorlar, ama bu arada yazar bize filmin temasını aktarıyor!

Profesör öğrencilerine toplumların aslında ahlaki değerlerle yürümediğini, o zamana ait olan hukuk kuralları çerçevesinde yürüdüğünü anlatıyor.

Bunu, Hanna ile ilgili olarak konuşmuyor aslında. Ama biz, ruhumuzun derinliklerinde Michael ile Hanna arasındaki aşkı sorguluyoruz.

Bence üzerinde durulması gereken bir teknik, bir olay ile ilgili söylemek istediğinizi başka bir olay sırasında söylemek.

Hanna ile özdeşleşme şansımız elimizden alındığı için, maalesef filmin ikinci yarısında, onun ne haksız yere ömür boyu hapse mahkum olmasına üzülüyoruz, ne de hapishane yıllarında müthiş bir azimle kendi kendine okuma yazma öğrenmesinden etkileniyoruz.

Hatta o müthiş, yıllar sonraki buluşma sahnesinde... Gerçekten Kate Winslet olabilecek en yoğun şekilde bize duyguyu aktarırken bile fazla bir şey hissedemiyoruz, sonuçta kadın kötü bir katil!

Kate Winslet’in Michael’in elini tuttuğu ve karışılık alamadığı için hayal kırıklığına uğradığı o sahnedeki bakışlarını unutamayacağım.

Ama, dediğim gibi, ne yazık ki elimizden onunla özdeşleşme şansımız alınmıştı. O yüzden bu sahne bile, olması gerektiği kadar güçlü gelemiyor bize.

Finalde, yangından kurtulan Yahudi kadın ile Michael’in görüşmesi de öylesine yargılamaktan arınmış, saf bir sekans ki, gerçekten izlerken sürekli olarak “ne olmalıydı?” “ben olsam ne yapardım?” diye kendi kendime onlarca soru sorduğumu farkettim.

Film bir şekilde bende bu duyguların uyanmasını sağladı. İlk kırk dakikanın son derece çatışmasız geçmesine ve Hanna ile özdeşleşmenin hemen hemen imkansız hale gelmesine rağmen, tema beni öylesine derinden vurmuş olmalı ki, filmin son dakikalarında hala beynim bir şeylerle uğraşıyordu!

Yargılamadan sorgulamayı, aslında günümüzde pek çok başarılı dizide de gördüğümüzü düşündüm sonra. Şu aralar en çok keyif alarak izlediğim 24 dizisinde, öylesine büyük suçlar işleyen insanlar görüyoruz ki, ama hepsi aslında kendilerince doğru bir takım amaçlar uğruna bunları yapıyorlar. Son derece kötü diye gördüğümüz insanların aslında o kadar da kötü olmayabileceklerini, ve melek gibi görünenlerin de zaman zaman o kötü karakterlerden daha berbat eylemlerde bulunabileceklerini görüyoruz sık sık.

Bu filmler kişileri ve olayları yargılamıyorlar. Sadece karakterlere muhteşem derinlikler katarak, kristalin tüm yüzeylerini bize sunuyorlar.

Başarılarının en büyük sırrı da bu bence. Eğer doğrudan yargılamış olsalar, biz beynimizde “ben olsam ne yapardım?” sorusunu kendimize sormayız. Şurası kesin ki iyi bir senaryo, zihnimizi bir an için dahi boş bırakmayan, habire onu kurcalayan senaryodur. Yargı verilmişse, o adam kötü, bu adam da iyiyse, biz ne diye düşünelim ki? Zaten söylenecek olan söylenmiş, bitmiş, izleriz ve o sırada başka şeyler düşünürüz.

Yukarıda sıraladığım sebeplerden ötürü senaryosu kafamda soru işaretleri bırakmış olsa da değer yargılarımı ve algımı müthiş şekilde sorgulayan Reader’ı izlerken bir saniye bile boş durmadığımı farkettim. Ne olursa olsun, farklı bir deneyimdi...

Pazar, Mart 29, 2009

M007 - Güneşi Gördüm: Öldürülememiş Bebeklerin Hikayesi

(Bu yazı "Güneşi Gördüm" filmi hakkında "spoiler" içermekte.. Filmi seyretmeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir!)

Başlığa bakarak çok dramatik bir şey anlatacağımı sanmayın. Sadece hemen hemen her senaryo kitabında rastlayabileceğiniz “kill your bebies” ifadesini biraz açmak istiyorum.

“Güneşi Gördüm”ü seyrettim. Türk sinemasında artık böyle güzel görüntülerin elde edilmesi, bazı konuların korkusuzca dile getiriliyor olması beni sevindiriyor, ancak bu kadar muhteşem bir malzemeden, çok basitçe hatalar yüzünden yeterince iyi bir iş çıkmamasına gerçekten çok üzülüyorum.

Ben film eleştirmeni değilim, zaten kamera açısından, yönetmen tekniklerinden, ışıktan, gölgeden, renkten filan anlamam, hepsinden anlasam da şu aşamada söylediklerim kimsenin umrunda olmaz, benim bilgi sahibi olduğum tek konu senaryo ve bu filmi de tamamen senaryo açısından değerlendiriyorum ki, bu hatalardan bir ders çıkarabileyim, hani olur da bu satırları birileri okursa, ileride kendi senaryolarında aynı hataları yapmamaya çalışsın.

Bir senarist için, hatta bir sanatçı için, “söyleyecek sözünün olması” çok değerli bir artı puan. Belli ki “Güneşi Gördüm”, söyleyecek sözü olan birisi tarafından yazılmış. Üstelik bu senarist filmin yönetmeni olma şansına da sahip olmuş. Belli ki maddi olanakları da var, çok da güzel çekimler gerçekleştirmiş. Fotoğraf karesi güzelliğinde sahneler hala gözümün önünde.

Üstelik film, Türkiye’nin doğusunda yaşanan PKK sorununu ele alıyor. Böyle bir konu, ne yaparsanız yapın Türk insanını derinden etkiler. Hemen hemen hepimizin bu konuda yaşamış olduğumuz bir dram vardır geçmişimizde.

Filmin oyuncuları ise tartışılmaz şekilde büyük sanatçılar. Her biri, oynadıkları sahneye ruhlarını katmışlar.

Yani un var, şeker var. Hem de en kalitelisinden. Peki neden bu karışımından güzel bir helva çıkmamış?

Her zamanki gibi, filmi gerçekten neden beğendiğimi/beğenmediğimi değerlendirirken önce zihnimde bir dizi mantıksız sahne göründü. Bunlara sonra değineceğim. Ama bunlar filmi beğenmeyişimin esas sebebi değildiler. Bence senaristin bir senaryo boyunca üç, dört defa saçmalama kredisi var. Eğer senaryo, büyük resme bakıldığında başarılıysa, seyirci aradaki bir kaç hatayı kolayca göz ardı edebiliyor.

Ancak filmin temelinde bir şeyler eksikse, o zaman en ufak mantıksızlık insana, deyim yerindeyse “batmaya” başlıyor. Hatta bu öyle bir hal alıyor ki, mantıklı bir açıklama getirebileceğiniz sahneleri dahi eleştirirken buluyorsunuz kendinizi.

İşte “Güneşi Gördüm”ün en büyük problemi de burada: filmin temelinde.

Bu filmin sağlam bir omurgası yok!

“Hadi canım! Film bas bas doğu sorununu haykırmıyor mu? Açıkça PKK meselesi dile getirilmemiş mi? Bu filmin omurgası yoksa hangi filmin vardır?”

Mı diyorsunuz?

Evet, film, bu meseleyi ele alma iddiasıyla yola çıkmış. Ve gerçekten ilk 20-25 dakika boyunca da bu meseleye kuvvetli bir şekilde odaklanmış. Peki sonra ne olmuş?

Bir aile, ki iki oğuldan biri Türk askeri, diğeri PKK ile dağa çıkmış, PKK’lı olan öldürülmüş, köylerinden koparılmışlar ve İstanbul’a göçmüşler. Hatta ailenin bir kısmı insan tacirleri aracılığıyla Norveç’e kaçmış. Kadının (Havar) çok ciddi bir hastalığı var, adamın (Ramo) üzerine titrediği tek erkek evladı ölüyor, diğer kız çocuklarına devlet “el koyuyor”... Bu arada ailenin eşcinsel bireyi Kadri travestilerle birlikte kaçıyor ve fuhuş batağına düşüyor. Ağabeylerden biri (Mamo) ailenin onurunu kurtarmak için Kadri’nin peşinde...

Gerçekten, “dramatik” olarak adlandırabileceğimiz herşey var...

Ancak bir senaryoyu senaryo yapacak en temel şey, çatışma yok. Evet, ailenin içine düşdüğü durum ile kültürleri çatışıyor, ancak kahramanlar karşılaştıkları engelleri aşmak için herhangi bir şey yapmıyorlar. Sadece sürekli olarak başlarına kötü bir şey geliyor. Yaşadıkları tatsızlıklar için biraz üzülecek gibi oluyoruz, ama herhangi bir eylemde bulunmadıkları için onlarla özdeşleşemiyoruz.

Film ilk 20 dakikadan sonra böyle devam ediyor. Filmin içinde, yaşadıklarıyla savaşan tek bir kişi var, o da ailenin eşcinsel bireyi Kadri. Diğerleri sadece başlarına gelenleri izliyorlar. Sonuç olarak hikaye tamamen Kadri ekseninde ilerliyor, çünkü bir sonraki sahnede ne olacağını merak ettiren tek şey aslında Kadri’nin yaşamı. Ve ailenin tepki verdiği, karşılığında harekete geçtiği tek konu da Kadri.

Böyle bir hikayeye asla itirazım yok. Üzerine güzel bir film yapılabilir.

Ama hani filmin temel meselesi doğuda yaşadıklarımızdı? Filmin afişinde “Buradaki Çocukların Kaderini Kim Yazıyor” denmiş. Hikayesini okuduğumuzda “Her türlü ayrımcılığa ve ötekileştirmeye karşı duran, savaşın, kavganın, kendine benzemeyeni hor görmenin sorunun ta kendisi olduğunu söyleyen bu filmde anlatılan; hepimizin, memleketimizin, Türkiye’nin hikayesidir.” deniyor.

Oysa Kadri’nin hikayesi Türkiye’nin PKK sorunuyla ilgili değil.

Eğer ki filmi yapanlar “kendine benzemeyeni hor görmek” derken homofobiklerin travestileri hor görmeleriyle Türklerin PKK’lıları hor görmelerini benzeşleştirdilerse... Gerçekten söyleyecek hiç sözüm yok! Hem buraya kadar yazdıklarımı unutun, hem de bundan sonrasını okumayın. Bu film beni çok çok aşmış demektir!

Sonuçta bu filmi seyrederken senaryonun neyin üzerine inşa edildiğini anlayamıyoruz. Bu da bizi rahatsız ediyor.

Senaryo kurslarında, senaryo kitaplarında defalarca duyduğum bir söz var, eğer bir sahne filminizin ana hikayesine, ya da kahramanın yolculuğuna hizmet etmiyorsa, çıkarın.

Bunun aması maması yok! Kadri’nin hikayesinin Türkiye’nin doğu sorunuyla ve bu yüzden bir ailenin parçalanmasıyla bir ilgisi var mı?

Yok.

O zaman bu hikayenin bizim filmimizde yeri de yok.

Ama bu bir gerçek hikayeden esinlenilmiş?

Beni ilgilendirmez. Çıkmalı. İlla öyle bir birey kullanacaksanız da film onun üzerine kurulmamalı.

Oysa filmimizde yeri olmaması gereken bu hikaye en az 40 dakika boyunca filmin omurgasını oluşturuyor.

Hatta biraz daha ileri gidiyor ve filme adını koyuyor: “Güneşi Gördüm”. Bu, bir kardelenin hikayesi, “kardelenler güneşe aşıktırlar ve güneşi gördükleri anda ölürler, ama yine de tüm yaşamları boyunca güneşi görmek için mücadele ederler” diyor Kadri ve yanında her zaman bir kutu içinde kardelen çiçeği taşıyor.

Filmin finalinde, ağabeyi tarafından öldürülürken güneş doğmaktadır, kardelen çiçeği güneşi görür.

Yani bu “güneşi görme” meselesinin Türkiye’nin doğusuyla, PKK ile ya da Türk askeri ile alakası yok. Filmin afişinde Ramo çocuğunu kaldırmış güneşe doğru tutmuş, karşıdan helikopterler geliyor...

Oysa güneşi görme aşkı, Kadri’nin aşkı... Köyünden ayrılırken karın altından çıkarıp aldığı kardelen çiçeğinin aşkı... Ramo’nun değil.

Doğulu bir eşcinselin töreyle yaşadıklarını bırakın, herhangi bir eşcinselin İstanbul’da yaşadıkları dahi başlı başına çok dramatik bir hikaye, kabul ediyorum.

Ama...

Bir senaryo yazarken zaman zaman muhteşem bir sahne, ya da küçük hikaye gelir gözünüzün önüne. Bu sahneyi, hikayeyi filmde kullanmak için yanıp tutuşursunuz. Bunun için Amerikalılar “Kill your babies!” diyorlar. Evet, bu muhteşem sahne, bu müthiş dramatik hikaye harika bir şeydir. Ama filmimizin konusuyla ilgisi yoktur, o halde “bebeğinizi öldüreceksiniz”. Bu hikaye filmden çıkacaktır. Çıkmalıdır. Nokta.

Çıkmazsa?

Bilmiyorum... Belki çok istisnai başarı öyküleri vardır...

Bana sorarsanız “Güneşi Gördüm” böylesine bir istisnai durum yaratamamış.

Bu omurgasızlık sorunu yüzünden filme kapılıp gidemiyor seyirci. Bence bu filmin senaryosu, muhteşem bir zafer elde edeceği maça 1-0 mağlup başlamış.

Yine de, ufak bir ihtimal olmakla birlikte, bu omurgasızlığa rağmen senaryo başarılı olabilecekmiş, çünkü dedim ya, daha PKK dediğiniz anda hepimizin tüyleri diken diken oluyor ve o duyguyu hissedebiliyoruz.

Ama bu sefer de çok talihsizce basit senaryo hataları çıkıyor önümüze.

1. “Göster, söyleme” herhalde en bildik senaryo prensibidir. Bunun adı “movie”, film, yani bir şeyler hareket edecek, söylemek istediklerinizi bu hareket eden şeyler aracılığıyla anlatacaksınız. Oysa bu filmde birkaç yerde, can alıcı sözler sadece, ama sadece söyleniyorlar. Çok basit bir örnek olarak Çocuk Esirgeme Yurdundaki müdire (Nurseli İdiz), çocuklar giderken “ben böyle baba görmedim, neredeyse her gece çocuklarını görmeye geldi” gibilerinden bir şey söylüyor.

Ve bizim bu söz üzerine baba (Mahsun Kırmızıgül), yani Ramo için duygulanacağımız mı bekleniyor? Haliyle, hiç bir şey hissetmiyoruz. Çünkü bize hiç bir şey gösterilmiyor. Sadece söyleniyor. Oysa bu söylenmese, sadece tek bir sahnede, babanın gece vakti çocuklarını görmeye geldiği gösterilmiş olsa yetecekti bizim için.

Düzeltilmesi o kadar basit bir hata ki, bunca emeğin yanında bunun yapılmamış olmasına inanamıyor insan...

Ne yazık ki “göster, söyleme” prensibi filmin birkaç can alıcı yerinde çiğneniyor ısrarla...

Oysa aynı filmin ilk dakikalarında, baba askerdeki oğlunun fotoğrafını duvara asarken, diğer, dağa çıkan oğlunun fotoğrafını asamamıştı. Sadece “koyamayız oğlum” demişti. Ne güzel bir sahneydi. Göstermişti, söylememişti. Biz ne demek istediğini anlamıştık.

Senaryo her saniyesinde, duyguyla, ya da olayla, seyirciyi kendisine bağlamalı. Seyircinin duyuları öylesine alarm seviyesinde tutulmalı ki başka bir şey düşünecek, sağına soluna bakınacak, koltuğunda eşelenecek fırsatı olmasın. Eğer bunun gibi, “konuşan kafalar” sahnelerinizde 10-15 saniye boyunca yer alıyorsa, emin olun o seyirci ya patlamış mısırını yemeye başlar, ya koltuğunda rahatsızlanır, ya da önünde oturanın saçından başından rahatsız olur. Ondan sonra artık o seyirciyi bir daha ne zaman geri kazanabilirsiniz, allah bilir...

2. Klişelere asla karşı değilim. Zekice kullanıldığında bence müthiş bir duygu aktarabiliyor seyirciye. Bu konuda herhalde Çağan Irmak’ın üstüne yoktur! Bu filmde de birkaç yerde çok beylik klişeler kullanılmış. Ama kullanılırken öylesine basit hatalar yapılmış ki, onca oyunculuk, onca dramatik yapı heba olmuş.

Örnek-1: Anne, Gülistan (Şerif Sezer) film boyunca hiç konuşmuyor. (aslında PKK’lı oğlu eve geldiğinde birşeyler söylemişti ama neyse...) Kocası Davut’un (Altan Erkekli) söylediğine göre oğlu mayında bacağını kaybettiğinden beri kadının yüreğindeki yaraları kapanmamış. Üstüne bir oğlu da PKK’lı terörist olarak öldürülmüş... Kadının dramı büyük yani.

Sonra, Norveç’te, oğluna hastanede takma bacak takılıyor.

Klişe bir sahne. Oğlu (yanlış hatırlamıyorsam Berat, Buğra Gülsoy) karşısına gelmiş, anne çok duygulanmış, oğluna doğru koşuyor. Daha sahne başlamadan “hah” diyorsunuz. “Anne konuşacak!”.

Dedim ya, itirazım yok. Şerif Sezer çok büyük bir oyuncu. Bu sahneye ruhunu katıyor.

Ama bu işte bir gariplik var? Gülistan’ın yaşadığı dram, oğluna bacak takılıp takılmaması ile ilgili değildi ki? Bize buna dair hiç bir bilgi verilmedi film boyunca. Peki şu anda yıllar sonra konuşmasını sağlayacak denli büyük olan olay nedir? Bir çocuğu ölmüş, diğerinin bacağı kopmuş. Şimdi sadece takma bacak takılıyor, ayrıca bu hastane operasyonu sanki kendisine sürpriz olarak mı hazırlandı???

Örnek-2: Ramo’nun karısı Berat (Demet Evgar), hastanedeyken çocuklarına devletin el koyduğu söylenmemiş. Şimdi –nedense nasıl çözüldüğünü bilmediğimiz bir şekilde- çocuklar ziyaretine geliyorlar. Çocukların Berat’a bir koşuşları var, Berat’ın bir duygulanması var... Tamam bir anne çocuklarını özler, ama bunda bu kadar büyük bir olay yaratacak bir şey yok... Berat yaşadıkları sorunu bilseydi belki taşlar çok daha yerine oturmuş olurdu.

Peki ne oluyor? Biz seyirci olarak bu klişe sahneye bakıyoruz, nefis bir müzik, nefis bir oyunculuk... Ama bir şeyler eksik... O an çözemiyoruz belki. Ama ağlamıyorsak bir sebebi var!

3- Allahaşkına artık Türk filmlerinde Erol Günaydın’ı yatalak hasta rolünde oynatmasınlar! Rica ediyorum. Bu roldeki bir oyuncunun PKK sorunu hikayesine bir katkısı yok, Kadri’nin hikayesine bile bir katkısı yok. Adamcağız öylece yatıyor, evde bir sürü travesti... Bir travesti onu besliyor... Ne anlatılmak istenmiş? “Travestilerin de aile bağları vardır, yatalak babalarına bakabilirler” mi?

Türk sinemasında son dönemde “aynı anda bir sürü şey söyleme” derdi var. PKK sorunundan bahsederken bir de eşcinsel doğulu gencin sıkıntısını anlatayım, o sırada 80 darbesinde Diyarbakır hapishanesinde görülen işkencelere de değineyim, insan tacirlerinin yolda bu kaçaklara nasıl hayvan muamelesi yaptıklarını da anlatayım filan derken sonuçta ortaya, bir sürü –aslında duygu yüklü olması beklenen- sahnenin düzensiz şekilde sıralandığı bir kolaj çalışması çıkıyor. Ve inanın bu çorba, hiç de umduğumuz lezzeti vermiyor bize.

Mahsun Kırmızıgül, bu bebeklerinden birkaç tanesini öldürebilmiş olup esas anlatmak istediğine odaklanabilmiş olsaydı...

Keşke...

Pazar, Mart 01, 2009

m006 - Yoldaki Patikaları Görebilmek

Genelde bir film seyrettikten sonra onu neden beğendiğimi ve/veya neden beğenmediğimi düşünürüm. “Başarıya giden yolu” formülize etmeye çalışmanın tamamen boşa bir çaba olduğunu gayet iyi bilmeme rağmen, kendimi bunu yapmaktan alıkoyamam.

Matematik düşkünü bir insan olduğum için, önüme konan problemin, ne kadar karmaşık olursa olsun, denklemlerle, sayılarla ifade edilebilmelerini çok isterdim. Ama ne yazık ki, yaşamın kendisi gibi, içerdiği problemler de hemen hemen hiç bir zaman değişmez kurallarla çözülemiyorlar.

Bir yolculukta olduğumuzu algılayıp, ulaştığımız yere değil de bizzat yolculuğun kendisine odaklandığımızda daha çok şey elde ediyoruz hayattan sanki.

“Güzel senaryo yazmanın” şu belki de hiç varolmamış altın kurallar kitabını ararken yürüdüğümüz yol da, aslında o altın kurallar kitabını bulmaktan daha bile keyif verici olabiliyor. Bu yüzden o hiç ulaşamayacağım kitabın peşinden koşmayı sürdüreceğim.

Yol boyunca öğrendiklerim yanıma kar kalacaktır.

Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’ni seyrettikten sonra da uzunca bir süre bu filmi neden beğendiğimi çözemedim. Aslında filmin genelinde, içerdiği “high-concept” fikri taşıyabildiğini düşünmüyorum. Bir adamın yaşlı doğup bebek ölmesi, zamanın tersine akması, başlı başına büyük bir fikir ve tek başına bu cümle seyirciyi sinemaya çekmeye yeter. Evet bu bir roman uyarlaması, ve bu sıradışı fikir henüz sıradanlaşacak denli çok tekrar ve taklit edilmedi.

Ancak filmin özellikle ilk yarısı bana göre hayli yavaş tempoda, ve yaşlı doğmuş bir çocuğun yaşayabileceği çatışmayı yeterince vurgulamayarak, vurgulamamayı tercih edererk, hatta neredeyse bu durumun doğal karşılandığı masalsı bir ortamda geçti.

Filmin ana ekseninde hiç kuşkusuz Benjamin ile Daisy’nin imkansıza yakın aşkları var. Ancak biz bu muhteşem öyküden filmin ikinci yarısına kadar mahrum kalıyoruz. Şimdi senaryoya göz attığımda, ilk karşılaşmalarının 44. sayfada gerçekleştiğini görüyorum. Hiç kuşkusuz ki normalde kabul edilemeyecek bir durum bu.

Peki ben bütün bunlara rağmen neden bu filmi beğendim?

Bunu birkaç gün boyunca sorguladım. Cevabı bulabilmekten ve bunu blogumda dile getirebilmekten tam ümidi kesmek üzereydim ki, neredeyse her zaman olduğu gibi, cevap kendiliğinden bana geldi. Bir radyo programında, tamamen farklı bir konu ile ilgili olarak, konuşmacı, “hayatımız bir otoban, bizler bu otobanda haldır haldır gidiyoruz ve çoğu zaman etraftaki birbirinden güzel patikaları farkedemiyoruz” dediğinde filmde neyi beğendiğimi anlayabildim.

Senaryo tekniklerini bizleri otobanda son sürat ilerletecek araçlar olarak görme yanılgısına çok sık düşüyoruz. Benjamin Button’un Tuhaf Hikasi ise, çok süratli bir otoban vaadeden “high-concept” öncülüne ve Amerikan sinemasının sürat tutkusuna(!) rağmen, bizleri yol boyunca pek çok küçük kasabaya, şirin patikalara sokuyor. Filmin bütününe yayılmış iyimserlik havası, az önce söylediğim gibi, böyle garip bir yaşamın toplum tarafından neredeyse doğal karşılandığı masalsı atmosfer bizi içine çekiyor.

Çünkü bizler yaşamaktan yorgunuz. Kime sorsanız, bir haftasonu güzel havada dağa bayıra gitmek, piknik yapmak, ağaçlar arasında yürümek ister. Ancak bunu pek azımız yaparız. Bu yüzden senaryoda seyirciyi yaklaşık 120 dakikalık uzun yolculuk boyunca birkaç sakin ortama sokmanın, biraz ağaçlar altında oturmanın, biraz su sesi dinlemenin büyük faydası var.

Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’nin tüm başarısını buna indirgemek gibi bir niyetim yok. Ortada hiç kuşkusuz başarılı bir yazarın başarılı bir hikayesi var ve hiç kuşkusuz dramatik yapısı çok başarıyla örülmüş. Ben sadece benim duygularımı en çok okşayan unsur üzerine yoğunlaşıyorum.

Doğrusu benim, kısa ya da uzun, kaç dakikalık olursa olsun, bir senaryo üzerinde çalışırken yaşadığım en büyük sorun, kafamdakileri kağıda sığdıramamak olur. Pek çok bölümü kısaltırım, pek çok sahneyi atarım, ama hep o sayfa sınırının üstünde kalırım.

Hal böyle olunca, böyle bir koşturmacanın arasına bir de patikalar, güzel manzaralar sokabilmek ve seyirciyi dinlendirebilmek, kendisini iyi hissetmesini sağlamak gerçekten çok büyük bir yetenek olsa gerek.

Derler ya, bir yazarın yazdığı ne olursa olsun, okuyucu sadece kendi ihtiyaç duyduğu kadarını alacaktır. Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi de belki bana özellikle bu yüzden hitap etmiş olabilir; bir senarist olarak otobanda giderken patikaları görememenin eksikliğini uzun süredir hissediyordum. Film ise bunu çok hoş bir şekilde başarmıştı.

Yan yollara girip biraz yavaşlamanın çok daha temelde bir faydası daha var, ki bu çok bilinen bir prensibe işaret ediyor: Siyahı anlatmak istiyorsanız yanına ışıl ışıl bir beyaz koymalısınız.

Senaryodaki patikalar sadece bize o dinginliği vermekle kalmaz, doğal olarak gideceğimiz yoldaki sürati ve engelleri de daha fazla vurgulamış olur.

Konuya bu şekilde “otobanın kenarındaki patikalar” gözlüğüyle bakabildiğimde ister istemez “Everything Is Illuminated” filmi geldi aklıma. Radyodaki program, çok uzun bir süre önce izlemiş olduğum ve neden beğendiğimi tam olarak dile getiremediğim bu film için de yanıt olmuştu bana, bir taşla iki kuş vurmuştu.

Filmde söylendiği gibi... “Senin için gelecek olanı asla bilemezsin.”

Salı, Şubat 17, 2009

Başlamak

http://www.writersstore.com/article.php?articles_id=1018

“Bir senaryo yazacağım”

“Güzel!”

“Kafamda hikaye için harika bir fikir var. Gerçekten heyecanlıyım”

“Devam et.”

“Sadece, bir problemim var.”

“Oh?”

“Bilgisayarıma bakıyorum ve karşılığında onun tek yaptığı bana bakmak oluyor!”

“Klavyedeki tuşları kullanmayı denedin mi?”

“Ben ciddiyim. Bir senaryoya başlamanın sırrı nedir? Senin bir sırrın var mı?”

“Aslına bakarsan, evet var.”

“Bu, sahneleri 4x5’lik kartlara yazıp önüne sermek ve böylece giriş, gelişme ve sonucu görmek midir?”

“Kullanılabilecek yöntemlerden biri.”

“Önce son on sayfayı yazıp hikayenin nereden başladığını bilmek ve böylece senaryoyu filanle taşıyabilmek midir?”

“Gizemli hikayeler için bu yöntemi kullanan bir sürü yazar tanıyorum. Onlar için işe yarar.”

“Hikayedeki temel karakterler için birer sayfalık biyografiler yazmak ve böylece her birini anlayabilmek ve motivasyonlarını bilebilmek midir?”

“Yapabilirsin, eğer senin için işe yarıyorsa. Ben şahsen, önce hikayenin dönüm noktalarını ortaya koymayı ve bu noktalara hizmet edecek karakterleri yaratmayı tercih ediyorum.”

“Senaryomda duymak ve görmek istediğim her şeyin uzun bir listesini yapmak mıdır? Sahne, karakter, diyalog listeleri. Hepsini kağıda dökmek. Listeler işe yarar mı?”

“Eminim pek çok yazar için işe yarar. Benim içinse yaramıyor, çünkü doğallığı kaybettirdiğini düşünüyorum.”

“Sadece BAŞLANGIÇ yazıp sonra karakterleri, yolculukları boyunca bizi taşımaları için koyvermek midir? Doğallık derken bunu mu kastediyorsun?”

“Kurslarımda birçok yazar bütün hikayeyi kafalarında yaratabildiklerini öne sürmüştür. Her şeyi beyinlerinde oluşturup, sadece BAŞLANGIÇ yazarlar ve sonra ilk müsveddenin tamamını bir seferde yazarlar. Doğrusu ben bunu yapabileceğimi sanmıyorum.”

“Öyleyse Allah aşkına, senin sırrın nedir?”

“Bir mektup yazarım.”

“Mektup?”

“Hikayem hakkında hiçbir şey bilmeyen birisine mektup yazarım. Eskiden anneme yazardım, ama rahmetli olduktan sonra artık Berlin’de yaşayan kızım Kimberly’ye yazıyorum.”

“Bir dakika bir dakika. Mektup değil, senaryo yazıyoruz, hatırlıyor musun?”

“Şöyle yazıyorum: ‘Sevgili Kimberly, sana en son hikayemi anlatmak istiyorum. Bu, şöyle bir kadın hakkında...’ ve sonra sanki Kimberly odada benimleymiş ve ben de ona anlatıyormuşum gibi hikayenin tamamını yazıyorum, çünkü o benim hikayemi bilmiyor. Hiçbir şeyi atlamıyorum. Bazen mektuplarım 10-12 sayfa kadar sürebiliyor, ama bittiğinde artık kafamda kağıda dökülmemiş hiçbir şey kalmıyor, tüm vurgular, tüm nüanslar. Sonra mektubuma geri dönüyorum ve keskin noktaları yumuşatıyorum, belirsiz kalan yerleri netleştiriyorum ve belirgin bir üç perdeli yapı elde edecek kadar şekil veriyorum.”

“Sonra da mektubu kızına gönderiyorsun?”

“Elbette hayır! Çünkü gerçekte bu onun için değil ki, benim için. Ama hikayeyi anlatarak bütün karışıklıkları çözmüş olduğum için artık BAŞLANGIÇ yazmaya hazır oluyorum. Görüyor musun, benim için hikayenin temelini kurmak en zor bölüm. Bir kez bunu başarmış, ve kağıda dökebilmişsem, artık diyalogları yazmak çok kolay oluyor.”

“Senin sırrın BU mu yani?”

“Evet, sırrım bu.”

“Onu kullanabilir miyim? Yani, sadece bir mektup yazmak diyorum?”

“Elbette, kullanabilirsin.”

“Peki, kızının adı neydi, tekrar söyler misin?”



"I'm gonna write a screenplay"

"Good!"

"I've got this great idea for a story. I'm really excited"

"Go for it."

"Except, I've got this problem."

"Oh?"

"I stare at my computer and all it does is stare back at me!"

"Have you tried using the keys on the keyboard?"

"I'm being serious. What's the secret for starting a screenplay? Do you have a secret?"

"As a matter of fact, I do."

"Is it writing down scenes on 4x5 cards first and then laying them all out so that you can see the beginning, middle, and end?"

"That's one way to do it."

"Is it writing out the last ten pages first so you know where the story is heading and can write to the climax?"

"I know a lot of mystery writers write that way. It works for them."

"Is it writing out one-page biographies of all your major characters so you completely understand them and know their motivation?"

"You can do that, if it works for you. I, personally, would rather get my plot points down first, then create characters that work within my plot points."

"Is it making long lists of everything I want to see and hear in my screenplay. Lists of scenes, of characters, of dialogue. Just get it all out and onto paper. Do lists work?"

"I'm sure they do for some writers. It doesn't work for me because I think that you lose your spontaneity."

"Do you just write FADE IN and just let your characters sweep you along on their journey? Is that what you mean by spontaneity?"
"A number of writers in my workshops claim they create the whole story in their head, have it all figured out in their mind, and can go right to FADE IN and write the whole first draft right off the top of their head. But I don't think I could do that."

"Then, for god sake, what IS your secret?"

"I write a letter."

"A letter?"

"I write a letter to someone who knows nothing about my story. I used to write it to my mom, but when she passed on I started to write to Kimberly, my daughter who lives in Berlin."

"Wait a minute. We're writing a screenplay not a letter, remember?"

"I write: 'Dear Kimberly, I want to tell you my latest story. It's a bout a woman who' and I proceed to write out the entire story as if Kimberly were in the room with me and I was personally telling her. Because she doesn't know my story. I leave out nothing. Sometimes my letters run 10 to 12 pages but when I'm done it's no longer just in my head but it's on paper: all the beats, all the shadings. Then I go back over the letter, smooth out the rough spots, clarify elements that are fuzzy, and mold the story to give me a definitive three-act structure."

"Then do you send the letter to your daughter?"

"Of course not! Because it's really not for her, it's for me. But by telling her the story I have worked out all the kinks and I'm ready to go to FADE IN. You see, for me, breaking the back of the story is the most difficult part. Once I've done that, and it's all down on paper, then, for me, just adding the dialogue is easy."

"So THAT'S your secret?"

"That's my secret."

"Can I use it? I mean, just write a letter?"

"Of course you can use it."

"So what's your daughter's name again?"

Ken Rotcop's screenplay, "Baby on Board," will be released this summer starring Lara Flynn Boyle and John Corbett. He is the recipient of The Writers Guild Award, The Neil Simon Award, The Image Award and this past year, received an honorary Appy for being the keynote speaker at the West Virginia Film Festival.

Pazartesi, Şubat 16, 2009

m005-Çağrıştırma!

Çağan Irmak’ın filmlerini çok beğenenler olduğu gibi başta senaryo açısından olmak üzere hayli yetersiz bulanlar da var. Şahsen ben, onun filmlerini çok seviyorum, bence bir duygu vermek istiyor ve bunu olanca yoğunluğuyla seyirciye aktarmayı çok iyi başarıyor. İsteyen buna duygu sömürüsü desin, isteyen klişe desin. Ben o duyguyu hissedip hissetmediğime bakıyorum.

İlk dizi ve filmlerinde çok açık bir şekilde “80’li yıllar” üzerine eğildiğini görmüştüm. Onun yaşında birisinin darbe yılları ile ilgili bu kadar yoğun duygular taşıması da enteresan bir konu aslında, ama sonuçta “Çemberimde Gül Oya” dizisinde ve “Babam ve Oğlum”’da, herhalde filmleri başarısız bulanlar dahi, bu dönemin ruhunu ekrana ve perdeye çok güçlü bir şekilde yansıtabildiğini kabul edeceklerdir.

Bu filmlerin neden başarılı olduğunu anlamaya çalışırken hep 80’li yılların pek çoğumuz için bir çok şey ifade ettiğini düşünmüşümdür. Çağan Irmak da bizim bu anılarımızı gayet güzel bir şekilde, kısık ateşte, ana hikayenin biraz gerisinde bırakarak pişiriyor, biz de seyirci olarak bundan zevk alıyoruz.

Çocukluk fotoğraflarımıza yıllar sonra bakıp da duygulanmak gibi bir durum.

Elbette, öylesine bir günde, sokakta gezerken çekilmiş bir fotoğrafa bakıp da pek duygulanmazsınız. Peki ya babanızın öldüğü gün, ölümünden üç saat önce çekilmiş bir fotoğrafı gördüğünüzde?

Fotoğrafı görmek çok doğrudan bir etki. Sadece size o günü hatırlatan bir vazo gördüğünüzü düşünün. Aynı şekilde, hatta bence çok daha yoğun biçimde o duyguyu hissetmez misiniz?

Yani, olay ya da şey, eğer bize hayli yoğun duyguları hatırlatıyorsa, bizi mutlaka etkiliyecektir.

80’li yılların bize ne kadar yoğun duyguları hatırlattığını herhalde söylememe bile gerek yok. Yerinde kullanılmış bir darağacı, ya da belki bir filistin askısı, ya da sokata çatışan öğrenciler, bize o duyguları fazlasıyla hatırlatacaktır.

Elbette ki Çağan Irmak’ın filmlerini basitçe “80’li yılların duygusunu bize hatırlatıyor” diye kestirip atmak mümkün değil, ancak yazımın konusu da bu olmadığı için fazla uzatmayacağım. Ben, tamamen alakasız bir başka filmi seyrederken kendisini hatırlayacağımı, hatta bundan bir yazı konusu çıkaracağımı hiç düşünmemiştim doğrusu.

“Uçurtma Avcısı” romanını okumuştum. Epey geç de olsa, filmini birkaç gün önce seyrettim. Romanı da severek okumuş olduğum için filmden çok zevk aldım. Ancak film bittiğinde, beni en çok etkileyen sahneyi düşünürken yazımın başından beri etrafa yayılmış ama bir türlü düzgün bir kompoziyon oluşturamamış taşlar bir anda yerine oturdu!

Emir, Pakistan’a gitmiş ve babası ile ilgili sırları öğrenmiş, darmadağın olmuş bir şekilde bir yerde oturmuş, çay içiyor. O sırada sokaktan geçen bir seyyar satıcının, içi nar dolu arabası devriliyor!

Şu satırları yazarken bile tüylerimi diken diken eden bir an bu. Filmin başındaki o nar atma sahnesi, yaşadığı tüm vicdan azabı... Filmde anlatılmak istenen her şey adeta bu devrilen narların üstüne yazılmıştı. O dakikadan sonra Emir’in vereceği tüm kararların, atacağı tüm adımların açıklamasıydı yerdeki narlar.

Evet, film, Emir’in gözlerinin önüne, çok eskiye dair bir anıyı çağrıştıracak bir fotoğraf karesi sunmuştu adeta. Hem de öylesine yoğun anıları çağrıştırıyordu ki.

Sahne süratle aktı gitti, senarist ve/veya yönetmen bence mükemmel bir seçim yaparak yerdeki narların üzerinde hiç durmadılar. Emir o narlara bakıp bakıp ağlamadı!

Muhteşem bir andı:

Araba devrilir ve narlar yere dökülür.

Sadece bu!

Bir sonraki sahnede artık Emir’in ne karar verdiğini biliyorduk.

Bu “duygu çağrıştırma” tekniği, elbette hemen aklıma Çağan Irmak filmlerini getirdi. O da bize eski anılarımızı, üstünde fazla durmazmış gibi davranarak hatırlatmıyor muydu?

Ama burada çok çok büyük bir farklılık var.

Biri bizzat bizim anılarımızı, gerçek yaşanmışlıklarımızı deşerken, diğeri hiç tanımadığımız bir kahramanın çocukluğundaki anıyı deşiyor. Peki sonuç ne?

İki durumda da, seyirci olarak bir duygu patlaması yaşıyoruz.

“Çağrıştırma” senarist için gerçekten muhteşem bir silah! Bunu keşfettiğimde elbette Issız Adam’daki banyo sahnesini düşünmeden edemedim.

Tek bir saç tokası!

Bu anlattığım sahnelerin hepsi, durumu açıklamak için uzatıldığı anda mahfedilebilecek sahneler, ki bunun bir sürü örneğini kötü filmlerde sürekli olarak görüyoruz.

Kahramana veya seyirciye, daha önce kuvvetli bir şekilde yaşadığı bir duyguyu çağrıştıracak sahneler serpiştirin senaryonuzun içine. Ama sadece çağrıştırın. Asla üzerine düşmeyin, asla bu konuda diyaloglar koymayın. Bence bu, o kadar yoğun bir andır ki, üzerine yazılacak her diyalog, duygunun etkisini azaltır.

Eminim bu etki, teknik olarak pek çok şekilde açıklanabilir, beynin çalışma şekli, ya da duyguların oluşum süreci vs... Ben bilmiyorum, çok da merak etmiyorum açıkçası. Bildiğim tek şey var ki, o da başarıyla uygulandığında muhteşem duyguları açığa çıkartabildiği.

Doğrusu, Tolga Örnek’in Gelibolu’su ve Can Dündar’ın Mustafa’sının bir kesim tarafından hiç beğenilmemesinin ardında da belki böyle bir eksiklik var. Çanakkale Savaşı, hiç kuşkusuz bizler için çok fazla şey ifade ediyor, dolayısıyla bunu anlatan bir filmin bu duygularımızı çağrıştıracak sahneler içermesini bekliyoruz ister istemez.

“Mustafa”yı izlemediğimi baştan söyleyeyim, ancak eleştirilerden takip edebildiğim kadarıyla, Tolga Örnek’in Gelibolu’sunda olduğu gibi, bizim için neredeyse kutsal bir kişinin hayatını anlatırken duygularımızı deşecek anlara değil, başka noktalara yoğunlaşmış olduğunu tahmin ediyorum. Çanakkale’li bir arkadaşım, Tolga Örnek’in filminden adeta nefret etmişti. “Biz Çanakkale’yi savunmak için onca can verdik, oysa filmde sürekli İngilizler anlatılıyor, Atatürk’ten bile iki dakika, sıradan birisi gibi bahsediliyor” demişti.

Oysa Atatürk’ün hayatı da, Çanakkale Savaşı da, hayli tarafsız olmaya çalışarak anlatılırken bile bize bu duyguları yaşatabilecek pek çok sahne içerebilirdi.

İki filmin de (belgesel mi, film mi? Ayrı tartışma konusu) yeterince başarılı olamamasının ardında yatan sebeplerden biri de bu olabilir mi?

İnsan düşünmeden edemiyor, keşke bu filmlerde de yere devrilen bir nar arabası olabilseymiş...