Cuma, Mart 12, 2010

m011-Veda, bana yetmedi

Bu yazı Veda filmi hakkında "spoiler" içermekte. Eğer filmi seyretmediyseniz ve seyretmeyi düşünüyorsanız, okumamanız tavsiye edilir.

Livaneli çok beğendiğim, saygı duyduğum bir sanatçı. Ancak bu sene hayranı olduğum bir başka yönetmenin, Ezel Akay'ın "Yedi Kocalı Hürmüz"ünden sonra Veda da benim için bir hayal kırıklığı oldu.

Film kötü olduğu için değil, yeterince iyi olmadığı için hayal kırıklığına uğradım.

Önce Güneşi Gördüm, sonra Nefes, ve şimdi de Veda. Anlatılması, işlenmesi gereken konulara cesaret edip adım atılması beni bir sinema seyircisi, daha ziyade bir Türk olarak mutlu ediyor. Bu ülkede bir Kürt meselesi var. Bu ülkede Doğu'da askerlerin sürekli şehit olması meselesi var. Bunlar içimizi acıtan konular ve bu olayları başlığına taşımış her sanat eseri en azından dikkati çekme, ya da özdeşleşme noktasında diğerlerinden birkaç adım önde başlıyor, haksız mıyım?

Hal böyle olunca da bu konuları işleyen bir filmin çok çok daha büyük başarılar elde etmesini bekliyorum. Eğer filminiz Atatürk'ü anlatıyorsa, Amerikalıların "high concept" diye adlandırdıkları bir noktadasınız demektir. Filminizin konusu Atatürk ise, ne anlattığınıza bakılmaksızın bu, ilgi çekici bir filmdir. İnsanlar seyretmek için arzu duyacaklardır, merak edeceklerdir, hevesleneceklerdir.

Bir sinema filmi için bundan daha büyük bir avantaj olabilir mi?

O zaman, bu "high concept" fikri çok güzel işlemek sizin vazifeniz oluyor. "Nasıl olsa Atatürk'ü anlatıyorum, senaryo prensiplerinin pek de önemi yok" deme şansına sahip değilsiniz. Tam aksine, Atatürk'ü, bu dünyaya gelmiş en önemli liderlerden birini, Türk insanının çok büyük çoğunluğu için adeta bir azizi anlatacaksınız. Senaryonun gerektirdiği her şeyi mükemmel yerine getirmelisiniz.

Oysa Veda'nın senaryosu, çok temel prensiplere uymuyor. Listenin en tepesinde tutku var.

Senaryo ile uzaktan yakından azıcık ilgilenmiş herkes, tutkunun başarılı bir film yapmak için ne denli önemli olduğunu bilir. Seyirci tutku ile yanıp tutuşan kahramanlar seyretmeyi sever.

Ben Atatürk gibi bir liderin hayatını seyrederken çok daha güçlü bir tutkunun perdeden seyirciye taşmasını beklerdim. Oysa Livaneli hayli minimalist, sakin bir şekilde anlatmış Atatürk'ün yeni bir cumhuriyet kurma yolculuğunu. Mustafa Kemal uzunca bir süre sadece görevini çok iyi yapan bir asker gibi görünüyor. Cepheye gidiyor, savaşıyor. Savaş zekasının büyük olduğu birkaç sahne ile gösterilmiş, ama dediğim gibi biz kahramanımızın zekasından değil, duyduğu tutkudan etkilenecektik, etkilenemiyoruz.

Çok açıkça, bize anlatıldığı kadarıyla Mustafa Kemal hiç bir şeyi büyük bir arzuyla istemiyor. O sadece gerekeni yapıyor, mücadele ediyor.

Tek tek sahneleri ele alarak vakit kaybetmeyelim, evet bir sahnede böbreğindeki müthiş ağrıya rağmen göreve gidiyor, bir başka sahnede o an için hayal gibi görünen hedefleri arkadaşlarına yazdırıyor. Ama bu anlarda dahi ben kahramanımın bu "şey"leri delice arzu ettiğini hissetmedim. O sanki mantık yürütüyor, bunların zaten olacağını öngörüyor.

Maalesef bu deha, sinema seyircisine yetmiyor. En azından bana yetmedi diyebilirim kendi adıma.

Filmin senaryosunun ikinci büyük handikapı, ciddi bir düşman - rakip eksikliği. Tartışmaya bile gerek yok, hepimiz biliyoruz ki Mustafa Kemal'in önüne büyük engeller çıkmıştır, büyük zorlukları aşmıştır. Ancak filmde bunları hiç görmüyoruz. Kahramanımız adeta hoplaya zıplaya tüm engelleri aşıyor ve pek zorluk çekmeden hedefe ulaşıveriyor.

Diyeceksiniz ki filmin meselesi bu değil, Atatürk'ü Salih Bozok'un gözünden, insan yanıyla anlatıyoruz. Peki. O zaman tüm bu yıllara hiç değinmeseydiniz? Atatürk'ün yaşamından net bir kesit çıkartıp, orada daha kuvvetli bir karakter analizi koysaydınız. Hayır, tüm yaşamını anlatıp, savaşları kazanmasını, bir imparatorluğu yıkıp yeni bir ülke kurmasını da anlatmak istediyseniz eğer, o zaman bu büyük olayların üzerin fazla durmadan geçip gitmemelisiniz. Bir yandan bunları anlatıp diğer yandan Atatürk'ün iki hanım ile yaşadıklarını da verecekseniz, işte sonuçta hepsinden azıcık verebilmiş oluyorsunuz.

Üçüncü problem, film boyunca hiç bir kahramanın herhangi bir karakter dönüşümü yaşamaması. Herkes nasılsa öyle başlıyor, öyle bitiyor. Elbette ki her filmde bir karakter dönüşümü olmak zorunda değil, ama elimizde tutku yok, engeller oluşturan güçlü bir düşman yok. En azından bu olsaymış diyorum ister istemez.

Ama yok. Atatürk'ün insan yanı ön plana çıkarılacaksa en azından Latife hanım ve Fikriye ile olan ilişkilerinde biraz yoğunlaşma olsaymış. Onlar da filmin bütününe yayılan -çatışmasız demesek de, az çatışmalı- ortamda ilerliyor.

Sonuç olarak mükemmel oyunculuklar (özellikle Dolunay Soysert'e resmen bayıldım), harika bir müzik, müthiş bir görüntü tekniği bizi iki haftada sadece 580.000 kişi tarafından izlenmiş bir Atatürk filmine ulaştırıyor maalesef.

Bu filmin gişe rekorları kırması gerekmez miydi?

Herşey gişe değildir diyeceksiniz, ama özür dilerim, bu film sadece temel senaryo prensiplerine uymadığı için bu seyircide kalmıştır.

Muhteşem bir "high concept" öncül, yeterince güçlü işlenmediği zaman seyirci olarak filmin içindeki bazı noktalardan da müthiş rahatsızlık duymaya başlıyorum.

Örneğin:

Atatürk ölmek üzere. Bir buçuk saat filan kalmış, biliyoruz. Ama böylesi bir kriz anında Salih Bozok oturup bir hayat hikayesini kaleme alıyor mektup olarak. Hadi, hikayenin anlatım tarzı olarak bunu seçtik diyelim ve kabul edelim.

Zaten, eğer yukarıda sıralamaya çalıştığım zaafiyetler olmasa, seyirci olarak asla bunlara takılmayacaktık.

Atatürk ölüyor ve odada yalnız! Doktorlar başka yerlerde? Ama beni en çok dumura uğratan, ölümüne çok az bir süre kalmışken Salih Bozok ile doktorun, sarayın odalarından birinde oturup gülüşerek sohbet etmeleri. Doktor, Salih Bozok'a Atatürk'ü hiç kıskanıp kıskanmadığını soruyor...

Doktorla Salih Bozok adeta hoşça sohbet ediyorlar orada. İçeride Atatürk ölecek, o ölünce intihar etmeye çoktan karar vermiş Salih Bozok da doktorla bu derin muhabbete girecek öyle mi???

Elbette ki Salih Bozok'un, en yakın arkadaşını kıskanıp kıskanmaması işlenmeye değer bir konudur, ama bu şekilde mi anlatılır?

Bir filmin içinden cımbızla bazı sahneler çekip oradaki yanlışlıkları ve saçmalıkları sıralamaktan nefret ediyorum aslında. Benim hedefim senaryodaki temel eksiklikleri ortaya koyabilmek. Yukarıdaki gibi birkaç şey daha yazabilirim, ama esas vurgulamak istediğim şu; eğer filmdeki bu sahnelere kafa yormaya vakit bulabilmişsem, bu mutlaka senaryonun duygu olarak beni saramamış olmasının sonucudur. Filme kapılıp gitmiş olsaydım, inanın bunun on katı saçma şeyler de koysanız önüme, göremezdim.

Sonuç olarak Veda, pek çok açıdan, güzel-ce bir film. Seyredip de kötü diyemezsiniz, sıkılmazsını. Ama içerdiği malzemeye bakınca bundan çok çok daha güzel bir şey ortaya çıkmalıydı diye düşünüyorum. Bu yüzden, kaçırılmış bir fırsat olarak değerlendiriyorum.

Ama beni çok daha fazla üzen, bu fırsatı Zülfü Livaneli gibi büyük bir sanatçının kaçırmış olması. Yaşadığım hayal kırıklığının büyüklüğü belki de bundan...

Hiç yorum yok: