Pazartesi, Şubat 16, 2009

m005-Çağrıştırma!

Çağan Irmak’ın filmlerini çok beğenenler olduğu gibi başta senaryo açısından olmak üzere hayli yetersiz bulanlar da var. Şahsen ben, onun filmlerini çok seviyorum, bence bir duygu vermek istiyor ve bunu olanca yoğunluğuyla seyirciye aktarmayı çok iyi başarıyor. İsteyen buna duygu sömürüsü desin, isteyen klişe desin. Ben o duyguyu hissedip hissetmediğime bakıyorum.

İlk dizi ve filmlerinde çok açık bir şekilde “80’li yıllar” üzerine eğildiğini görmüştüm. Onun yaşında birisinin darbe yılları ile ilgili bu kadar yoğun duygular taşıması da enteresan bir konu aslında, ama sonuçta “Çemberimde Gül Oya” dizisinde ve “Babam ve Oğlum”’da, herhalde filmleri başarısız bulanlar dahi, bu dönemin ruhunu ekrana ve perdeye çok güçlü bir şekilde yansıtabildiğini kabul edeceklerdir.

Bu filmlerin neden başarılı olduğunu anlamaya çalışırken hep 80’li yılların pek çoğumuz için bir çok şey ifade ettiğini düşünmüşümdür. Çağan Irmak da bizim bu anılarımızı gayet güzel bir şekilde, kısık ateşte, ana hikayenin biraz gerisinde bırakarak pişiriyor, biz de seyirci olarak bundan zevk alıyoruz.

Çocukluk fotoğraflarımıza yıllar sonra bakıp da duygulanmak gibi bir durum.

Elbette, öylesine bir günde, sokakta gezerken çekilmiş bir fotoğrafa bakıp da pek duygulanmazsınız. Peki ya babanızın öldüğü gün, ölümünden üç saat önce çekilmiş bir fotoğrafı gördüğünüzde?

Fotoğrafı görmek çok doğrudan bir etki. Sadece size o günü hatırlatan bir vazo gördüğünüzü düşünün. Aynı şekilde, hatta bence çok daha yoğun biçimde o duyguyu hissetmez misiniz?

Yani, olay ya da şey, eğer bize hayli yoğun duyguları hatırlatıyorsa, bizi mutlaka etkiliyecektir.

80’li yılların bize ne kadar yoğun duyguları hatırlattığını herhalde söylememe bile gerek yok. Yerinde kullanılmış bir darağacı, ya da belki bir filistin askısı, ya da sokata çatışan öğrenciler, bize o duyguları fazlasıyla hatırlatacaktır.

Elbette ki Çağan Irmak’ın filmlerini basitçe “80’li yılların duygusunu bize hatırlatıyor” diye kestirip atmak mümkün değil, ancak yazımın konusu da bu olmadığı için fazla uzatmayacağım. Ben, tamamen alakasız bir başka filmi seyrederken kendisini hatırlayacağımı, hatta bundan bir yazı konusu çıkaracağımı hiç düşünmemiştim doğrusu.

“Uçurtma Avcısı” romanını okumuştum. Epey geç de olsa, filmini birkaç gün önce seyrettim. Romanı da severek okumuş olduğum için filmden çok zevk aldım. Ancak film bittiğinde, beni en çok etkileyen sahneyi düşünürken yazımın başından beri etrafa yayılmış ama bir türlü düzgün bir kompoziyon oluşturamamış taşlar bir anda yerine oturdu!

Emir, Pakistan’a gitmiş ve babası ile ilgili sırları öğrenmiş, darmadağın olmuş bir şekilde bir yerde oturmuş, çay içiyor. O sırada sokaktan geçen bir seyyar satıcının, içi nar dolu arabası devriliyor!

Şu satırları yazarken bile tüylerimi diken diken eden bir an bu. Filmin başındaki o nar atma sahnesi, yaşadığı tüm vicdan azabı... Filmde anlatılmak istenen her şey adeta bu devrilen narların üstüne yazılmıştı. O dakikadan sonra Emir’in vereceği tüm kararların, atacağı tüm adımların açıklamasıydı yerdeki narlar.

Evet, film, Emir’in gözlerinin önüne, çok eskiye dair bir anıyı çağrıştıracak bir fotoğraf karesi sunmuştu adeta. Hem de öylesine yoğun anıları çağrıştırıyordu ki.

Sahne süratle aktı gitti, senarist ve/veya yönetmen bence mükemmel bir seçim yaparak yerdeki narların üzerinde hiç durmadılar. Emir o narlara bakıp bakıp ağlamadı!

Muhteşem bir andı:

Araba devrilir ve narlar yere dökülür.

Sadece bu!

Bir sonraki sahnede artık Emir’in ne karar verdiğini biliyorduk.

Bu “duygu çağrıştırma” tekniği, elbette hemen aklıma Çağan Irmak filmlerini getirdi. O da bize eski anılarımızı, üstünde fazla durmazmış gibi davranarak hatırlatmıyor muydu?

Ama burada çok çok büyük bir farklılık var.

Biri bizzat bizim anılarımızı, gerçek yaşanmışlıklarımızı deşerken, diğeri hiç tanımadığımız bir kahramanın çocukluğundaki anıyı deşiyor. Peki sonuç ne?

İki durumda da, seyirci olarak bir duygu patlaması yaşıyoruz.

“Çağrıştırma” senarist için gerçekten muhteşem bir silah! Bunu keşfettiğimde elbette Issız Adam’daki banyo sahnesini düşünmeden edemedim.

Tek bir saç tokası!

Bu anlattığım sahnelerin hepsi, durumu açıklamak için uzatıldığı anda mahfedilebilecek sahneler, ki bunun bir sürü örneğini kötü filmlerde sürekli olarak görüyoruz.

Kahramana veya seyirciye, daha önce kuvvetli bir şekilde yaşadığı bir duyguyu çağrıştıracak sahneler serpiştirin senaryonuzun içine. Ama sadece çağrıştırın. Asla üzerine düşmeyin, asla bu konuda diyaloglar koymayın. Bence bu, o kadar yoğun bir andır ki, üzerine yazılacak her diyalog, duygunun etkisini azaltır.

Eminim bu etki, teknik olarak pek çok şekilde açıklanabilir, beynin çalışma şekli, ya da duyguların oluşum süreci vs... Ben bilmiyorum, çok da merak etmiyorum açıkçası. Bildiğim tek şey var ki, o da başarıyla uygulandığında muhteşem duyguları açığa çıkartabildiği.

Doğrusu, Tolga Örnek’in Gelibolu’su ve Can Dündar’ın Mustafa’sının bir kesim tarafından hiç beğenilmemesinin ardında da belki böyle bir eksiklik var. Çanakkale Savaşı, hiç kuşkusuz bizler için çok fazla şey ifade ediyor, dolayısıyla bunu anlatan bir filmin bu duygularımızı çağrıştıracak sahneler içermesini bekliyoruz ister istemez.

“Mustafa”yı izlemediğimi baştan söyleyeyim, ancak eleştirilerden takip edebildiğim kadarıyla, Tolga Örnek’in Gelibolu’sunda olduğu gibi, bizim için neredeyse kutsal bir kişinin hayatını anlatırken duygularımızı deşecek anlara değil, başka noktalara yoğunlaşmış olduğunu tahmin ediyorum. Çanakkale’li bir arkadaşım, Tolga Örnek’in filminden adeta nefret etmişti. “Biz Çanakkale’yi savunmak için onca can verdik, oysa filmde sürekli İngilizler anlatılıyor, Atatürk’ten bile iki dakika, sıradan birisi gibi bahsediliyor” demişti.

Oysa Atatürk’ün hayatı da, Çanakkale Savaşı da, hayli tarafsız olmaya çalışarak anlatılırken bile bize bu duyguları yaşatabilecek pek çok sahne içerebilirdi.

İki filmin de (belgesel mi, film mi? Ayrı tartışma konusu) yeterince başarılı olamamasının ardında yatan sebeplerden biri de bu olabilir mi?

İnsan düşünmeden edemiyor, keşke bu filmlerde de yere devrilen bir nar arabası olabilseymiş...

1 yorum:

Adsız dedi ki...

yazınızı çok samimi buldum.teşekkürler.