(Bu yazı Neşeli Hayat filmi hakkında “spoiler” içermekte. Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız yazıyı okumamanız tavsiye edilir.)
Geçenlerde televizyonda bayram sohbetleri sırasında Haluk Bilginer, kaliteli eleştiri azlığından, hatta yokluğundan yakınıyordu. Bir filmi beğendiğinizi ya da beğenmediğinizi söylemek yetmez, bunun sebeplerini söylemelisiniz, eğer bir oyuncuya en iyi oyuncu ödülü veriyorsanız, bunun da gerekçelerini açıklamalısınız diyordu.
“Neşeli Hayat” benim için öncelikle, gerçekten çok fazla bir sebebe dayandırmadan, sadece “beğendim” diyeceğim bir film oldu. Eski Türk filmlerindeki o samimiliği, içtenliği, temiz duyguları, sevgiyi çok güzel yansıttığını düşünüyorum.
“Noel Baba”, Rıza, Züğürt Ağa’daki gibi başına gelmedik kalmayan bir tipleme. İster istemez ona karşı sempati besliyor insan.
Filmin bütününe yayılmış bir pozitif duygu var. “Kötü adam” yok. En kötü diye düşünebileceğimiz tiplemeler belki öncelikle Şermin’in babası Ali usta, ki adam o kadar komik ki, kötü olmayı bile yakıştıramıyorsunuz kendisine. Ayrıca bütün o sert tavrının altında sonuçta son derece anlayışlı(!) bir adam, bütün örf ve ananelerine rağmen bizim Yusuf Lokman’ı öldürmüyor, evlenmelerine izin veriyor.
Belki düğün salonu işletmecisi, biraz kötü adam rolünde sayılabilir, ama onun da aslında hiç bir zararı dokunmuyor çocuklara, zaten istediği paranın yarısını kabul ediyor, onun yarısını peşin almayı kabul ediyor, tek arızası, parayı düğünden önce alamazsa elektrikleri kapatacağını söylemek.
Hadi biraz da Duran diyelim. Sonuçta Rıza’yı mahkemeye veren o. Ama inanın filmi seyrettiğim süre içinde içimde bu adama karşı da hiç bir öfke kırıntısı oluşmadı. Sonuçta o da mahallede ancak “yuvarlanıp giden” bir adamcağız. Kendi dertleri olduğu belli, bu işi de “kötü adam”lığından yapmıyor, sadece hakkını aramanın tek yolu görüyor.
Bu üç “hafifletilmiş” kötü adam, Rıza’nın önündeki engelleri oluşturan kişiler. Yani Rıza’nın çözmesi gereken problemler bu üç adam tarafından ortaya konulmuş.
Ve sonuçta hoş bir anlatımla, güzel duygular uyandırarak ilerliyor film.
Ben, şahsen içinden bu şekilde sevgi taşan sanat eserlerini seviyorum, izlemek hoşuma gidiyor. Hayatımızda o kadar çok dert, tasa, sıkıntı var ki, bir film beni iki saatliğine de olsa bunlardan uzaklaştırabiliyor ve hayata kısacık bir zaman diliminde pozitif bakmamı sağlıyorsa, seviyorum o filmi.
Neşeli Hayat’ı da bu yüzden; sevdim.
Ancak buraya kadar söylediklerim, tam da Haluk Bilginer’in işaret ettiği üzere, “ay ne güzel filmdi, ben beğendim vallahi” demekten öte bir anlam taşımıyor aslında.
Biraz tarafsız, ve “teknik” olarak bakmaya çalıştığımda aslında bu “kötü adam eksikliği”nın hikayede bazı zayıflıklar ortaya çıkardığını görüyorum. Öncelikle Rıza’yı ileri doğru götürecek bir motivasyon eksikliği var. Oysa filmin en başında serilmiş çok güzel tehditler var önünde; Duran’a borcunu ödeyemezse mahkeme, kim bilir ne karar verecek, Yusuf Lokman’ın düğünü yapılamazsa birkaç ay içerisinde çocuk öldürülecek, ve üstüne üstlük bu süre zarfında avukata ödenmesi gereken bir borç var.
Ama bu tehditler, olanca pozitiflik içerisinde bizi bir türlü korkutmadığı için, Rıza’yı korkuttuğunu da hiç sanmıyoruz. Zaten avukat parasını alamamaya baştan razı olmuş, Duran’a borcunu ödemeyemezse mahkemenin Rıza’ya ne gibi bir zarar verebileceği belli değil, adamcağızın malı mülkü yok ki haciz gelsin, ne yapacaklar? Yusuf Lokman’ın öldürülmesine ise zaten filmin en başından beri “ölsen de kurtulsak” şeklinde, şaka ile karışık bir yaklaşım içerisinde Rıza.
Rıza 30 gün çalışarak yaklaşık 1.200TL kazanacak. Peki bu parayı ne için kazanıyor Rıza? Bilmiyoruz, böyle bir hedef de yok aslında. Hele bir kazanılsın da, sonunda ne olacak, hep beraber görürüz havasında ilerliyor hikaye.
Rıza’nın böyle bir motivasyondan yoksun olduğunun en önemli kanıtı, küçük çocuğa küfrettiği için işten kovulduğu sahne. Rıza elbette üzülüyor, ama filmin başından beri üzüldüğünden daha fazla değil. Üstelik gidip patrondan özür dilemeyi dahi çok fazla düşünmüyor aslında. Hatta bu aklı kendisine başkaları veriyor. Onu da, artık iyice ümitsiz hale geldiğinde yapıyor.
Rıza, özür dilemekten ölesiye korkan bir tipleme de değil, öyleyse neden gidip patronun ayaklarına kapanmasın ki?
Kapanmıyor, çünkü bu durum onu ölesiye korkutmuş filan değil aslında.
Film, pozitif duygular uğruna en önemli çatışmaları öylesine yumuşatmış ki, aslında buna rağmen seyrederken nasıl olup da sıkılmadığımı düşünüyorum daha çok.
Ama tekrar ediyorum, ben bu filmi severek seyrettim!
Hedefin, tehlikelerin ve tehditlerin tam olarak ortaya konulamamış olmasından ötürü filmin finali de biraz tatminsizlik duygusu veriyor insana. Sonuçta sorunların çözülmesi için Rıza’nın yapması gereken şey otuz gün boyunca Noel Baba olmaktı. Bunu da yaptı, düğün de bir şekilde ayarlandı ve yapıldı, ama Rıza’nın esas sorununu, düğünde Noel Baba torbasına konan paralarla çözüldü.
Tam bir “deus ex machina” durumu. Sağolsun sayın Gezgin Gezer, blogunda (http://sanarist.blogspot.com) sık sık dile getirir bunu. Hikayede böyle bir gidişat yokken, hatta düğünde hiç kimsenin çocuklara altın bile takmayacağı konuşulurken Noel Baba geliyor ve çocuklara hediye vermek için çantasını doldurmasını gerektiğini söylüyor, herkes de bir anda şevkle torbanın içini parayla dolduruyor.
Ve bu para çocuklara hediye almak için filan değil, evlenen gençlerin düğün salonuna borçlarını ödemek ve sonra Duran’a iletilmek üzere kullanılıyor.
Görünmeyen bir güç, bu çözülemeyecek gibi duran problemi bir anda çözüveriyor yani.
Şimdi diyeceksiniz ki, filmle ilgili yazı yazdın, bir tane bile olumlu söz çıkmadı ağzından. Sonra da kalkmış “filmi sevdim” diyorsun.
Eh. Bu da bizim blogumuzda bir “deus ex machina” örneği olsun...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder