Bu yazı “Reader”, “Okuyucu” filmi hakkında spoiler içermekte. Filmi henüz izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız okumamanızı tavsiye ederim.
Algı sınırlarımızı zorlayan filmlere bayılıyorum.
Hep söylerim, klişelere asla karşı değilim, pek çok yazar ve yönetmen çok başarılı ve en azından bir ucundan kıyısından yenilik ekleyerek, zeka ekleyerek, duygu ekleyerek klişeleri başarıyla kullanıyorlar.
Hiç itirazım yok.
Ancak bazıları da var, karşımıza öylesine aykırı ve zorlayıcı birşeyler koyuyorlar ki gerçekten o filmleri seyretmek unutulmaz bir deneyim haline geliyor.
Aslında Reader hakkında olumsuz pek çok şey söyleyebilirim. Öncelikle filmdeki kadın kahraman Hanna Shmitz (Kate Winslet) öylesine kötü bir geçmişle karşımıza çıkıyor ki, gerçekten ortalama bir insan olarak onun yaşadıkları için üzülmemiz, onunla özdeşleşmemiz müthiş zor hale geliyor.
Filmin, Kate Winslet ve Ralph Fiennes’ın muazzam oyunculuklarına rağmen 83 Milyon Dolar gibi mütevazı sayılabilecek bir gişe elde etmesinde bunun da rolü olsa gerek.
Filmin ilk yarısı çok ağırlıklı olarak Hanna Shmitz ile genç lise öğrencisi Michael Berg arasındaki tutkulu ve hayli erotik aşk ile geçiyor. Hanna çok karmaşık bir kişilik, ve herhalde 40-45 dakika boyunca çıplak gezmesine rağmen Kate Winslet, inanılmaz bir oyunculukla ruhumuza işliyor. Bu kadında bir gizem var, bir hüzün var, ama bilemiyoruz.
Öğrenmek için bekliyoruz, fakat yine de hemen hemen hiç bir şey olmayan bu ilk yarı biraz fazla geliyor bizlere. Bir ara Micheal okuldaki genç kızlarla fingirdeyecek gibi oluyor, ama bu çatışmanın dahi pek üstüne gidilmiyor. İki kişi arasındaki aşk, herhangi bir engelle karşılaşmadan, devam ediyor. Engel zaten aşkın kendisinde, çocuk annesi yaşında bir kadınla birlikte olmakta.
Michael Hanna’ya kitaplar okuyor, sonra da sevişiyorlar.
Hanna, bir sonu olamayacağı belli bu aşkta çocukcağızı bir anda terkedip gittikten yıllar sonra, artık bir hukuk fakültesi öğrencisi olan Michael Berg, İkinci Dünya Savaşı suçluları ile ilgili bir duruşmada Hanna’yı görüyor. Meğer bizim hüzünlü Hanna, acımasız bir SS subayıymış zamanında.
Filmin tanıtımında “bir sırrı saklamak için ne kadar ileri gidersiniz?” yazıyor. Halbuki bence filmin esas konusu “sevdiğiniz insanın hatalarını nereye kadar affedebilirsiniz?” olmalıydı.
Beni bu denli etkileyen bir aşk hikayesini en son “What Dreams May Come”da (Türkçe’ye her ne hikmetse “Aşkın Gücü” diye çevrilmişti yanlış hatırlamıyorsam) izlemiştim. Adam sevdiği kadın için, bırakın dağları delmeyi, ya da hayatından vazgeçmeyi, öteki dünyada sonsuza dek cehenneme gitmeyi göze alıyordu!
Daha ötesi olabilir mi acaba diye çok düşünmüştüm.
Burada, Michael, Hanna’nın işlediği suçları öğreniyor. SS subayı olarak Yahudi kampında her hafta on kadını seçip ölüme gönderiyorlarmış, Hanna da bu seçimleri yapan gardiyanlardanmış.
Bu, hala Hanna ile özdeşleşmemizi çok zorlaştırmıyor aslında. Sonuç olarak mahkemede söylediği gibi, “siz olsaydınız, ne yapardınız?”. Sonuçta kendisine haftada bir kez o kamptaki en çelimsiz ve “yararsız” on yahudiyi seçmesi emredilmiş. Bunda bile biraz insani, biraz duygusal yaklaştığını anlıyoruz konuşmalardan.
Hele hele “gözdesi” denilen mahkumları odasına alıp onlara kitap okutturmuş olduğunu öğrenince, epey bir yakınlaşma dahi hissediyoruz...
Fakat daha sonra, belki de Michael’ın sevgisini iyice bir sınamak için, çok çok uç noktada bir şey söyleniyor: mahkumları bir yere götürürlerken kaldıkları yerde yangın çıkıyor ve Hanna, diğer gardiyanlarla birlikte mahkumların kapısını açmıyor, içeride diri diri yanmalarına göz yumuyor.
Ve Hanna buna savunma olarak “bıraksaydık kaçarlardı” diyor!
Bence bu dakikadan sonra artık seyircinin Hanna’nın başına gelecekler için üzülmesi ya da heyecanlanması mümkün değil.
Ama diğer tarafta Micheal ne yapsın? Bir zamanlar tutku ile sevdiği, uğruna tehlikelere atıldığı, ve sahiden de birlikte oldukları zaman içerisinde hiç kötü kalpliliğini görmediği, zavallı, hüzünlü Hanna’dır o.
O zaman “ben Michael’in yerinde olsam ne yapardım?” diyor işte insan.
Onca tutkuyla sevdiğiniz, sizin için melek olan kadın, acımasız bir SS subayı çıkarsa, duygularınız nefrete dönebilir mi?
Bu, gerçekten müthiş bir sorgulama!
Ve Micheal, mahkemede Hanna’yı, en büyük cezayı almaktan kurtarabilecekken, sevdiği kadının onurunu korumak adına, bunu yapmıyor. Elbette canım cicim diyerek ayaklarına da kapanmıyor ama insan ruhunu çok sarsacak biçimde ona kitaplar okuyup kasetlere dolduruyor.
Film, başından sonuna dek, yargılamıyor, sorguluyor, ve geri plandaki bu tema, hukuk fakültesindeki öğretmenleri ile aralarındaki diyaloglarda bize sunuluyor.
Sanırım filmde beni en çok etkileyen unsurlardan biri de bu. Yazar bir şeyler söylemek istemiş, olayları yargılamaktan çok sorgulamaktan bahsediyor, ve bunu konuyla ilgisiz sahnelerdeki kişilerin diyaloglarına yediriyor.
Bence muhteşem bir çözüm!
Kötü bir senaryoda eminim bu diyaloglar Michael ile Hanna arasında geçerdi! Oysa bu filmde profesör ile öğrenciler arasında geçiyor. Onlar bambaşka bir konudan bahsediyorlar, ama bu arada yazar bize filmin temasını aktarıyor!
Profesör öğrencilerine toplumların aslında ahlaki değerlerle yürümediğini, o zamana ait olan hukuk kuralları çerçevesinde yürüdüğünü anlatıyor.
Bunu, Hanna ile ilgili olarak konuşmuyor aslında. Ama biz, ruhumuzun derinliklerinde Michael ile Hanna arasındaki aşkı sorguluyoruz.
Bence üzerinde durulması gereken bir teknik, bir olay ile ilgili söylemek istediğinizi başka bir olay sırasında söylemek.
Hanna ile özdeşleşme şansımız elimizden alındığı için, maalesef filmin ikinci yarısında, onun ne haksız yere ömür boyu hapse mahkum olmasına üzülüyoruz, ne de hapishane yıllarında müthiş bir azimle kendi kendine okuma yazma öğrenmesinden etkileniyoruz.
Hatta o müthiş, yıllar sonraki buluşma sahnesinde... Gerçekten Kate Winslet olabilecek en yoğun şekilde bize duyguyu aktarırken bile fazla bir şey hissedemiyoruz, sonuçta kadın kötü bir katil!
Kate Winslet’in Michael’in elini tuttuğu ve karışılık alamadığı için hayal kırıklığına uğradığı o sahnedeki bakışlarını unutamayacağım.
Ama, dediğim gibi, ne yazık ki elimizden onunla özdeşleşme şansımız alınmıştı. O yüzden bu sahne bile, olması gerektiği kadar güçlü gelemiyor bize.
Finalde, yangından kurtulan Yahudi kadın ile Michael’in görüşmesi de öylesine yargılamaktan arınmış, saf bir sekans ki, gerçekten izlerken sürekli olarak “ne olmalıydı?” “ben olsam ne yapardım?” diye kendi kendime onlarca soru sorduğumu farkettim.
Film bir şekilde bende bu duyguların uyanmasını sağladı. İlk kırk dakikanın son derece çatışmasız geçmesine ve Hanna ile özdeşleşmenin hemen hemen imkansız hale gelmesine rağmen, tema beni öylesine derinden vurmuş olmalı ki, filmin son dakikalarında hala beynim bir şeylerle uğraşıyordu!
Yargılamadan sorgulamayı, aslında günümüzde pek çok başarılı dizide de gördüğümüzü düşündüm sonra. Şu aralar en çok keyif alarak izlediğim 24 dizisinde, öylesine büyük suçlar işleyen insanlar görüyoruz ki, ama hepsi aslında kendilerince doğru bir takım amaçlar uğruna bunları yapıyorlar. Son derece kötü diye gördüğümüz insanların aslında o kadar da kötü olmayabileceklerini, ve melek gibi görünenlerin de zaman zaman o kötü karakterlerden daha berbat eylemlerde bulunabileceklerini görüyoruz sık sık.
Bu filmler kişileri ve olayları yargılamıyorlar. Sadece karakterlere muhteşem derinlikler katarak, kristalin tüm yüzeylerini bize sunuyorlar.
Başarılarının en büyük sırrı da bu bence. Eğer doğrudan yargılamış olsalar, biz beynimizde “ben olsam ne yapardım?” sorusunu kendimize sormayız. Şurası kesin ki iyi bir senaryo, zihnimizi bir an için dahi boş bırakmayan, habire onu kurcalayan senaryodur. Yargı verilmişse, o adam kötü, bu adam da iyiyse, biz ne diye düşünelim ki? Zaten söylenecek olan söylenmiş, bitmiş, izleriz ve o sırada başka şeyler düşünürüz.
Yukarıda sıraladığım sebeplerden ötürü senaryosu kafamda soru işaretleri bırakmış olsa da değer yargılarımı ve algımı müthiş şekilde sorgulayan Reader’ı izlerken bir saniye bile boş durmadığımı farkettim. Ne olursa olsun, farklı bir deneyimdi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder