Çarşamba, Aralık 15, 2010

m014-Av Mevsimi, Tadı Damağımda Kalamayan Film

Dikkat, bu yazı Av Mevsimi filmi ile ilgili "spoiler" içermekte. Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir.

Son zamanlarda üst üste o kadar çok kötü film seyrettim ki, Av Mevsimi ilaç gibi geldi. Açıkçası seyretmeden önce "yine bir usta polis, çırak polis klişesi, şaşırtmaya çalışan ama beceremeyen bir cinayet hikayesi izleyeceğiz" diye düşünüyordum. Oysa film hiç korktuğum gibi çıkmadı. Final bölümündeki senaryo tercihlerinin bu kadar kötü olduğu hissine kapılmasayadım tam anlamıyla "tadı damağımda kaldı" diyeceğim bir film olacaktı. Türk Sineması'nda bence artık bir teknoloji sorunu yok. Görüntüler, çekim, renkler, müzikler, hepsi filmi sinema salonunda izlemeye değer kılacak denli güçlü. Dolayısıyla eğer bu görselliği hoş bir hikayeyle, iyice oyunculuklarla desteklerseniz ortaya iyi bir eser çıkmaması için sebep yok.

Her şey bir yana, filmi taşıyan bütün oyuncular döktürüyor. Şener Şen, Çetin Tekindor, Melisa Sözen, Okan Yalabık. Daha ne olsun! Üstüne bir de Cem Yılmaz. Onun tek dezavantajı en duygusal sahnelerde bile seyircinin ister istemez gülüyor olması. Deli Karadenizli rolü ona çok yakışmıştı oysa. Ama adamın adı Cem Yılmaz olunca, ölürken yaptığı harekete bile gülüyor insan.

Film çok uzun bir süre boyunca seyirciyi duygusal olarak çok etkileyecek şekilde ilerledi, herhalde buna bir Yavuz Turgul klasiği de diyebiliriz. Ortada bir cinayet olayı vardı, ancak hepimiz cinayetin kendisiyle değil, bir cinayet masasında çalışan üç kişinin hayatlarının nasıl alt üst olduğuyla ilgileniyorduk. Hayatlarının alt üst olmasının sebebi de bizzat bu cinayet değildi, dolayısıyla filmin merkezinde olmaması da çok mantıklıydı.

Deli İdris karısıyla barışacak mı, Hasan bu mesleği mi seçecek yoksa nişanlısının babasının et lokantasında genel müdür mü olacak, "Avcı" Ferman artık emekli olup karısıyla birlikte el ele oturup televizyon seyredecek mi? Film bizi bu üç kişinin dünyasına çok başarılı şekilde çekiyordu. Hikaye ne kadar basit olsa da, temel çatışmalar o kadar güzel bir şekilde kurulmuş ki, size yerinize mıhlanıp seyretmek kalıyor.

Fakat işte ne olduysa, son 15-20 dakikada, final bölümüne yaklaştığımızda oldu. Bu kadar duygusal ilerleyen film bir anda Agatha Christie romanı olma iddiası taşımaya başladı. Sanki cinayetin hikayesi çok karmaşıkmış, çözümü imkansızmış gibi, hatta bu cinayetin çözümü Avcı ya da Deli İdris için hayat memat meselesiymiş gibi, bir anda bütün yoğunluk üç kişinin hikayelerinden, cinayetin kendisine yönlendirildi.

Ve bence tam bu noktada bir çuval incir berbat oldu. Bu filmde bizi meraklandıran, duygularımızı uyandıran şey cinayetin kimin tarafından, neden, nasıl işlendiği değildi. Zaten kimin tarafından işlendiği filmin ortalarında bir yerinde aşağı yukarı belli olmuştu, ama bundan rahatsız olmamıştık, zira zaten bununla ilgilenmiyorduk biz, kahramanlarımızın hayatıyla ilgileniyorduk.

Bir anda elimizden oyuncağımız alındı ve yerine başka bir hikaye verildi. Cinayet romanlarında insanı en çok etkileyen şey cinayetin ne kadar karmaşık şekilde işlendiği ve çözümünün ne kadar imkansız olduğudur. Ayrıca bu hikayeyi çözen kişinin inanılmaz bir zeka ile bu çözümsüzlükten kurtulmasından etkileniriz.

Av Mevsimi'nde bunların hiç biri yok ki. Cinayetin kim tarafından işlendiği zaten açık şekilde dile getirilmiş. Battal Avcı ile dalga geçmiş, bunu bir gurur meselesi haline getirmiş. Yani katilin kim olduğunu biliyoruz. Peki o zaman sorunumuz ne? Avcı, katilin Battal olduğunu ispatlayamıyor, değil mi?

Filmin başından itibaren bilinçaltımıza başarıyla işlenmiş bir "bakış açını değiştir" sözünün burada devreye girmesini ve Avcı'nın bakış açısını değiştirerek bu cinayeti çözmesini değil, ama ispatlamasını bekliyoruz.

Peki Avcı, bakış açısının değiştiriyor da ne yapıyor? Şimdi fazla detayına girmeme gerek olmayan bir şekilde, öldürülen kızın (Pamuk) ne sebeple öldürüldüğünü keşfediyor. Katilin Battal olduğunu ispatlayacağı şey ise, filmin daha beşinci dakikasında gördüğü tekerlek ve bot izleri.

Bu kadar güzel bir hikayeden alınıp küt diye böyle "yüksekten yere düşmüş olduğumuz" için bu sefer seyirci olarak saçmalıkları sorgulamaya başlıyoruz;

O kadar yüksek güvenlikli bir evde, hiç bir bilgi vermeyen doktor var, eve her gelen elini kolunu sallaya sallaya, sözde cinayet hikayesinin kilit noktasında bulunan hasta odasına girebiliyor, doktor kolayca bir önceki doktorun ismini veriyor, o eski doktor nedense koltukta oturup intihar etmek için bizim polislerin gelmesini bekliyor. Filmin o dakikasına kadar adı geçmemiş bu doktor bir anda cinayetin esas delillerini(!) ortaya çıkarıyor. Ama aslında bunlar esas deliller bile değil, dediğim gibi zaten filmin başında görmüştük delillerin ne olduğunu.

Başka şeyler de var ama filmleri sahne sahne ele almayı pek sevmiyorum, tek bildiğim şu; eğer seyirci film ile arasındaki duygusal bağı kaybederse o zaman gördüğü her şeyi kurcalamaya başlıyor. Kurcaladıkça da bir sürü konuda "hiç öyle şey olur mu!", "ne kadar saçma!" gibi düşünceler cirit atıyor beyninde. Oysa film, bu finale gelene kadar bizimle öylesine güçlü bir biçimde bağ kurmuştu ki, bunları hiç düşünmüyorduk.

Şimdi bu, bir çuval inciri berbat etmek değil de nedir? Cinayetin bu şekilde çözülmüş olmasından etkileneceğimiz mi düşünülmüş sahiden? Zeka nerede? Sürpriz nerede? Bizi şok edecek çözüm nerede? Ah! Hikaye bizi zaten etkiliyordu, neden bizi bundan mahrum ettiniz?

Final bir senaryonun zirve noktasıdır, tüm duyguların yükselip yükselip patladığı andır. Yavuz Turgul bunu bilmez mi? Elbette bilir, benden çok çok daha iyi bilir üstelik. Ama sadece finaldeki bu garip yön değişimi yüzünden Av Mevsimi "başyapıt" kategorisinden "hayli güzel bir film" kategorisine düşmüş.

Cumartesi, Mayıs 22, 2010

m013 - Sorayayı Taşlamak... Sanatın Sınırı Nerede?

Dikkat, bu yazı Sorayayı Taşlamak filmi ile ilgili "spoiler" içermekte. Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir.

Bir sanat eserinin amacının ne olduğu tartışmalı bir konu. Ancak sanırım hemen hemen herkesin fikir birliğinde olacağı şey, seyircide bir duygu uyandırmak. Bu duyguyu uyandırmak için insan psikolojisini de göz önünde bulundurarak bir yığın teknik sıralanabilir. Örneğin geçenlerde bir makalede komedi filmlerinde kullanılabilecek tekniklerden birkaçını okudum. Kahramanın başaramayacağı bir hedefe doğru koşması, ama bunu başarabileceğine yürekten inanmasının, komik bir durum oluşturacağı söyleniyordu.

Ya da bir savaş filmi çekiyorsanız elbette ki savaş sırasında karşılaşabileceğiniz sahneleri biraz olsun seyirciye göstererek (kopan bacaklar, iltihap kapan yaralar, acı çeken yaralılar...) onlarda bir duygunun uyanmasını sağlayacaksınızdır. Savaşın askerleri nasıl o an için insanlıktan çıkardığını göstereceksinizdir.

Aslında temel olarak, izleyiciye ne kadar çok gerçeği gösterirseniz, onları o kadar çok etkilersiniz. Gerçek yaşam hikayelerinden esinlenerek yazılan senaryoları bu yüzden severiz. Senarist orada olayın gerçekliğine seyirciyi inandırmak zorunda değildir, olayın kendisi zaten gerçektir!

Soraya'yı Taşlamak, yazıldığına göre, gerçek bir hikayeden esinlenerek çekilmiş. Bir insanın taşlanarak öldürülmesi ne olursa olsun herkesi derinden etkileyecek bir konu, hiç şüphe yok. Filmin İslam düşmanlığını yaymak için çekildiği gibi düşünceleri tartışmaya girişmeyeceğim, orası benim alanım değil diye düşünüyorum. Ben buna bağımsız bir sanat eseri olarak bakmaya çalışıyorum. Sonuçta recm ile ölümüne karar verilmiş bir kadın var. Bu da bizde ister istemez bir duygu uyandırıyor.

Evet, senarist ve yönetmen bu filmde de mümkün olduğu kadar gerçeği göstererek izleyiciyi etkilemeyi hedeflemiş. Bunu bence fazlasıyla da başarmışlar. Ama gerçeği göstermek... Nereye kadar?

Filmde herhalde 10-15 dakikalık bir recm sahnesi var ki, insanın midesini kaldıracak türden. Hayatımda ilk kez bir filmi seyrederken sahne bitene kadar gözlerimi kapadım. Filmden çıktığımda, gerçek olduğunu bildiğimiz bir olayı bu kadar yalın vermenin doğru olup olmadığını düşünüyordum. Elbette ki bu konuda evrensel bir doğru-yanlıştan bahsedilemez, ancak benim için sanatın sınırlarının aşıldığını hissettim.

Bence bu kadar fazla gerçek, biraz "bel altı vurmak" oluyor. Eğer seyirciyi etkilemeye giden her yol mübahsa, o zaman gerçek bir recm olayını filme alıp onu göstersinler, bunun adı da mı sanat olacaktı?

Sorayayı taşlamak çok tartışmaya ve polemik oluşturmaya açık bir konuyu ele almış. Bence filmin konusu hayli sıradan ve senaryosu açıkça zayıf, kötü. Ama bütün film, sondaki recm sahnesine hazırlık olduğu için tüm duygularımızı alt üst eden bir finalle bizde duygu uyandırma hedefine ulaşmış oluyor.

Son 10 dakikasında belinden aşağısı toprağa gömülmüş bir kadının başına atılan taşların alnını nasıl yardığını, kendi kanında nasıl boğulduğunu bu kadar belgeselvari bir biçimde göstermeden de bizde o duyguyu uyandırmış olsaydı, filmi başarılı bulurdum. Ancak bence, filmin finalindeki 10 dakikayı çıkarın, geriye hemen hemen hiç bir şey kalmıyor.

Ayrıntılı bir recm sahnesi izlemeye meraklı olanlar kaçırmasın. Çok etkileneceksiniz!..

Salı, Mayıs 04, 2010

m012 - Devrim Arabaları

Bu yazı Devrim Arabaları filmi ile ilgili "spoiler" içermekte. Filmi seyretmediyseniz ve seyretmeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir...

Devrim Arabaları ile yollarımız maalesef çok geç kesişti. Filmi, çekildikten iki yıl sonra seyrettim, öylesine etkilendim ve beğendim ki birkaç gün sonra arkadaşlarımızla tekrar seyrederken de aynı keyfi ve heyecanı duydum.

Uzunca bir süredir kafamda bazı sorular ve olası cevapları uçuşup duruyordu. Ne tesadüftür(!) ki onca zaman seyretmediğim filmi birden böyle bir dönemde seyredesim tuttu. Uçuşan sorular ve cevapları aniden yerli yerine oturdular.

Her zaman olduğu gibi!

Aylardır bir insanın sonunu bildiği filmi neden seyrettiğini düşünüyorum. Ya da, daha önce seyrettiğimiz bir filmi neden tekrar seyrederiz? Bir sonraki sahnede ne olacağını bilmemize rağmen hangi güç bizi o koltuğa tekrar tekrar oturtur?

Bu soruların elbette tek bir cevabı yok. Ancak parametreleri önem sırasına dizdiğimde sanırım listenin en tepesinde şunlar oluyor:

1. Eğer insanlar bir filmi defalarca seyredebiliyorlarsa, bu kesinlikle merak unsurunun çok da önemli olmadığının ispatı. Bence bir sonraki sahnede ne olacağını bilmek ile bilmemek arasında hiç bir fark yok. Ama doğru senaryolar her zaman için bizde bir sonraki sahnede ne olacağını merak etme hissi uyandırıyorlar. Belki ilk seyrettiğimizde gerçekten merak ediyoruz, ama filmi ileri götüren şey bu merak olsaydı, asla ikinci kez filmi seyretmezdik. Biliyoruz, ama yine de o merak etme duygusunu hissediyoruz.

Demek ki mühim olan yolculuğun sonu değil, yolculuğun ta kendisi.

Biz seyirci olarak "oraya" giderken yolda gördüklerimizden etkileniyoruz.

Merak, senaryo boyunca kullanabileceğimiz araçlardan sadece bir tanesi. Kullanılmasında da fayda var, ancak senarist çok zekice kurgulanmış bir hikayede yolculuğun kendisine hak ettiği değeri vermek zorunda. Yoksa sonu hüsran oluyor.

Aslında bu paragrafı şunu sorarak bitirsem, sanırım tek başına yeterli olacak: bir müzik eserini neden defalarca dinlemekten sıkılmayız, her seferinde aynı zevki (hatta gittikçe daha fazla) alırız ki?

2. Evrensel başarı için yanlış gibi duracak olsa da, ne olursa olsun bize dair hikayelerden daha çok hoşlandığımız bir gerçek. Kendi kültürümüzden, kendi ülkemizden, kendi insanlarımızdan hikayeler izlemeyi tercih ediyoruz. Aslında sırf bu basit gerçeğe dayanarak Hollywood efsane (myth) formunu çok seviyor, çünkü efsane çok farklı toplumlara aynı anda hitap edebilir.

Bu tanıdık olma hissi bizi mutlu ettiği için bu duyguyu tekrar tekrar hissetmek hoşumuza gidiyor.

3. Gerçekten yaşanmış olayların her zaman için seyirciyi etkilemesi daha kolaydır. Öyle ya, senaryoların hepsi eninde sonunda perdede izlediklerinizin gerçek olduğu konusunda seyirciyi ikna etmek için kurgulanırlar. Tamamen fantastik bir dünya dahi mutlaka kendi içinde tutarlı olmalı, kendi kurallarına uymalıdır. Seyirci bu mantık silsilesindeki açıkları çok iyi yakalama yeteneğine sahiptir ve gördüğü olaylar için "hadi canım, hiç öyle şey olur mu!" demeye başladığı an, senaryonun kaybettiği andır.

Oysa gerçekten yaşanmış bir olayı anlatırken inandırıcı olma endişesi taşımazsınız.

Öyle hoş sohbet insanlar vardır ki, sizin de bizzat yaşamış olduğunuz bir olayı harika biçimde anlatırlar. Onları zevkle dinleriz. Tekrar anlatırlar tekrar dinleriz.

İşte Devrim Arabaları bu üç önemli öğeyi muhteşem şekilde kullanmış, bence senaryo derslerinde gösterilmesi gereken bir film. Olay pek çoğumuzun bildiği ama fazla detayından haberdar olmadığımız, yaşanmış bir hikaye.

Yolculuğun kendisi, senaryonun başarısı sonucunda, harika bir süreç. Su gibi akıp gidiyor, müthiş insana dair duygularla dolu. Elbette oyunculuk da çok önemli, o kadar çok iyi oyuncu bir araya gelmiş ki, adeta gösteri maçına çevirmişler ortamı! O denli keyif verici.

Ve son olarak olay tamamen bizleri, Türk insanını tam kalbinden vuruyor. Latif ustanın "bu ülkede hiç bir başarı cezasız kalmaz evlat" sözünün üzerine laf söylemeye gerek kalmıyor, hepimiz anlıyoruz anlayacağımızı!

Ama bu saydıklarım bir filmi güzel yapmaya yetmez. Tolga Örnek bu temel avantajları eline aldıktan sonra senaryo matematiğini muhteşem şekilde doğru kurmuş:

1. Aslında kahramanın, ama aynı zamanda bütün ekibin müthiş arzuyla istediği bir şey var, ve bu tamamen somut biçimde dile getirilebilecek bir şey: Türkiye'nin ilk yerli otomobilini yapabilmek. Tüm zorluklara, hatta imkansızlıklara rağmen.

2. Kahraman (yani kahramanlar) bu hedefe varmak için çabalarken türlü zorluklarla karşılaşıyor. Ve bu zorluklar film ilerledikçe gittikçe artıyor, gittikçe daha büyük baskı oluşturuyor.

3. Filmde bir "işleyen saat" var. Çok kısa bir süre içinde bu görev yapılmalı ve günler çok çabuk geçiyor. "İşleyen saat" her zaman müthiş bir gerilim katar hikayeye, biliyoruz.

4. Filmdeki "nemesis", asla sıradan bir tip değil. O da kendince haklı. O da ülkesini seviyor, paramızın çar çur edilmemesi için bu projeye karşı çıkıyor.

5. Karakterler çok orjinal, nevi şahsına münhasır o kadar çok tipleme var ki, onları izlemek apayrı bir keyif katıyor.

Bunların hepsi çok güzel, mekanik senaryo teknikleri ve bir araya getirmek sahiden beceri istiyor. Ancak Tolga Örnek bunların üzerine en önemli öğeyi de ekleyerek son noktayı koyuyor: samimiyet.

Her senaryo kursunda ilk söylenen şeylerden biridir. Hikayenizde samimiyet yoksa, ne yazarsanız yazın boştur. Devrim Arabaları'nı bir kez seyredin ve samimiyetin ne olduğunu görün. Birkaç küçük sahne dışında yapmacık duran bir şey bulamayacaksınız.

O birkaç sahne de bence her zaman güzel filmlerin hata kontenjanıdır. O kadar hata yapmaya herkesin hakkı var.

Filmin gişede neden bu kadar başarısız olduğunu bilmiyorum, belki yanlış tanıtım, belki yanlış zamanlama. Belki de çok fazla kişinin tepkisini, hatta öfkesini toplamış Gelibolu yüzünden insanlarda oluşan Tolga Örnek antipatisi? Bilemiyorum. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki Tolga Örnek büyük bir başyapıt ortaya çıkarmış. Bizler de değerini bilememişiz anlaşılan.

Bu ülkede hiç bir başarı cezasız kalmıyor.

Cuma, Mart 12, 2010

m011-Veda, bana yetmedi

Bu yazı Veda filmi hakkında "spoiler" içermekte. Eğer filmi seyretmediyseniz ve seyretmeyi düşünüyorsanız, okumamanız tavsiye edilir.

Livaneli çok beğendiğim, saygı duyduğum bir sanatçı. Ancak bu sene hayranı olduğum bir başka yönetmenin, Ezel Akay'ın "Yedi Kocalı Hürmüz"ünden sonra Veda da benim için bir hayal kırıklığı oldu.

Film kötü olduğu için değil, yeterince iyi olmadığı için hayal kırıklığına uğradım.

Önce Güneşi Gördüm, sonra Nefes, ve şimdi de Veda. Anlatılması, işlenmesi gereken konulara cesaret edip adım atılması beni bir sinema seyircisi, daha ziyade bir Türk olarak mutlu ediyor. Bu ülkede bir Kürt meselesi var. Bu ülkede Doğu'da askerlerin sürekli şehit olması meselesi var. Bunlar içimizi acıtan konular ve bu olayları başlığına taşımış her sanat eseri en azından dikkati çekme, ya da özdeşleşme noktasında diğerlerinden birkaç adım önde başlıyor, haksız mıyım?

Hal böyle olunca da bu konuları işleyen bir filmin çok çok daha büyük başarılar elde etmesini bekliyorum. Eğer filminiz Atatürk'ü anlatıyorsa, Amerikalıların "high concept" diye adlandırdıkları bir noktadasınız demektir. Filminizin konusu Atatürk ise, ne anlattığınıza bakılmaksızın bu, ilgi çekici bir filmdir. İnsanlar seyretmek için arzu duyacaklardır, merak edeceklerdir, hevesleneceklerdir.

Bir sinema filmi için bundan daha büyük bir avantaj olabilir mi?

O zaman, bu "high concept" fikri çok güzel işlemek sizin vazifeniz oluyor. "Nasıl olsa Atatürk'ü anlatıyorum, senaryo prensiplerinin pek de önemi yok" deme şansına sahip değilsiniz. Tam aksine, Atatürk'ü, bu dünyaya gelmiş en önemli liderlerden birini, Türk insanının çok büyük çoğunluğu için adeta bir azizi anlatacaksınız. Senaryonun gerektirdiği her şeyi mükemmel yerine getirmelisiniz.

Oysa Veda'nın senaryosu, çok temel prensiplere uymuyor. Listenin en tepesinde tutku var.

Senaryo ile uzaktan yakından azıcık ilgilenmiş herkes, tutkunun başarılı bir film yapmak için ne denli önemli olduğunu bilir. Seyirci tutku ile yanıp tutuşan kahramanlar seyretmeyi sever.

Ben Atatürk gibi bir liderin hayatını seyrederken çok daha güçlü bir tutkunun perdeden seyirciye taşmasını beklerdim. Oysa Livaneli hayli minimalist, sakin bir şekilde anlatmış Atatürk'ün yeni bir cumhuriyet kurma yolculuğunu. Mustafa Kemal uzunca bir süre sadece görevini çok iyi yapan bir asker gibi görünüyor. Cepheye gidiyor, savaşıyor. Savaş zekasının büyük olduğu birkaç sahne ile gösterilmiş, ama dediğim gibi biz kahramanımızın zekasından değil, duyduğu tutkudan etkilenecektik, etkilenemiyoruz.

Çok açıkça, bize anlatıldığı kadarıyla Mustafa Kemal hiç bir şeyi büyük bir arzuyla istemiyor. O sadece gerekeni yapıyor, mücadele ediyor.

Tek tek sahneleri ele alarak vakit kaybetmeyelim, evet bir sahnede böbreğindeki müthiş ağrıya rağmen göreve gidiyor, bir başka sahnede o an için hayal gibi görünen hedefleri arkadaşlarına yazdırıyor. Ama bu anlarda dahi ben kahramanımın bu "şey"leri delice arzu ettiğini hissetmedim. O sanki mantık yürütüyor, bunların zaten olacağını öngörüyor.

Maalesef bu deha, sinema seyircisine yetmiyor. En azından bana yetmedi diyebilirim kendi adıma.

Filmin senaryosunun ikinci büyük handikapı, ciddi bir düşman - rakip eksikliği. Tartışmaya bile gerek yok, hepimiz biliyoruz ki Mustafa Kemal'in önüne büyük engeller çıkmıştır, büyük zorlukları aşmıştır. Ancak filmde bunları hiç görmüyoruz. Kahramanımız adeta hoplaya zıplaya tüm engelleri aşıyor ve pek zorluk çekmeden hedefe ulaşıveriyor.

Diyeceksiniz ki filmin meselesi bu değil, Atatürk'ü Salih Bozok'un gözünden, insan yanıyla anlatıyoruz. Peki. O zaman tüm bu yıllara hiç değinmeseydiniz? Atatürk'ün yaşamından net bir kesit çıkartıp, orada daha kuvvetli bir karakter analizi koysaydınız. Hayır, tüm yaşamını anlatıp, savaşları kazanmasını, bir imparatorluğu yıkıp yeni bir ülke kurmasını da anlatmak istediyseniz eğer, o zaman bu büyük olayların üzerin fazla durmadan geçip gitmemelisiniz. Bir yandan bunları anlatıp diğer yandan Atatürk'ün iki hanım ile yaşadıklarını da verecekseniz, işte sonuçta hepsinden azıcık verebilmiş oluyorsunuz.

Üçüncü problem, film boyunca hiç bir kahramanın herhangi bir karakter dönüşümü yaşamaması. Herkes nasılsa öyle başlıyor, öyle bitiyor. Elbette ki her filmde bir karakter dönüşümü olmak zorunda değil, ama elimizde tutku yok, engeller oluşturan güçlü bir düşman yok. En azından bu olsaymış diyorum ister istemez.

Ama yok. Atatürk'ün insan yanı ön plana çıkarılacaksa en azından Latife hanım ve Fikriye ile olan ilişkilerinde biraz yoğunlaşma olsaymış. Onlar da filmin bütününe yayılan -çatışmasız demesek de, az çatışmalı- ortamda ilerliyor.

Sonuç olarak mükemmel oyunculuklar (özellikle Dolunay Soysert'e resmen bayıldım), harika bir müzik, müthiş bir görüntü tekniği bizi iki haftada sadece 580.000 kişi tarafından izlenmiş bir Atatürk filmine ulaştırıyor maalesef.

Bu filmin gişe rekorları kırması gerekmez miydi?

Herşey gişe değildir diyeceksiniz, ama özür dilerim, bu film sadece temel senaryo prensiplerine uymadığı için bu seyircide kalmıştır.

Muhteşem bir "high concept" öncül, yeterince güçlü işlenmediği zaman seyirci olarak filmin içindeki bazı noktalardan da müthiş rahatsızlık duymaya başlıyorum.

Örneğin:

Atatürk ölmek üzere. Bir buçuk saat filan kalmış, biliyoruz. Ama böylesi bir kriz anında Salih Bozok oturup bir hayat hikayesini kaleme alıyor mektup olarak. Hadi, hikayenin anlatım tarzı olarak bunu seçtik diyelim ve kabul edelim.

Zaten, eğer yukarıda sıralamaya çalıştığım zaafiyetler olmasa, seyirci olarak asla bunlara takılmayacaktık.

Atatürk ölüyor ve odada yalnız! Doktorlar başka yerlerde? Ama beni en çok dumura uğratan, ölümüne çok az bir süre kalmışken Salih Bozok ile doktorun, sarayın odalarından birinde oturup gülüşerek sohbet etmeleri. Doktor, Salih Bozok'a Atatürk'ü hiç kıskanıp kıskanmadığını soruyor...

Doktorla Salih Bozok adeta hoşça sohbet ediyorlar orada. İçeride Atatürk ölecek, o ölünce intihar etmeye çoktan karar vermiş Salih Bozok da doktorla bu derin muhabbete girecek öyle mi???

Elbette ki Salih Bozok'un, en yakın arkadaşını kıskanıp kıskanmaması işlenmeye değer bir konudur, ama bu şekilde mi anlatılır?

Bir filmin içinden cımbızla bazı sahneler çekip oradaki yanlışlıkları ve saçmalıkları sıralamaktan nefret ediyorum aslında. Benim hedefim senaryodaki temel eksiklikleri ortaya koyabilmek. Yukarıdaki gibi birkaç şey daha yazabilirim, ama esas vurgulamak istediğim şu; eğer filmdeki bu sahnelere kafa yormaya vakit bulabilmişsem, bu mutlaka senaryonun duygu olarak beni saramamış olmasının sonucudur. Filme kapılıp gitmiş olsaydım, inanın bunun on katı saçma şeyler de koysanız önüme, göremezdim.

Sonuç olarak Veda, pek çok açıdan, güzel-ce bir film. Seyredip de kötü diyemezsiniz, sıkılmazsını. Ama içerdiği malzemeye bakınca bundan çok çok daha güzel bir şey ortaya çıkmalıydı diye düşünüyorum. Bu yüzden, kaçırılmış bir fırsat olarak değerlendiriyorum.

Ama beni çok daha fazla üzen, bu fırsatı Zülfü Livaneli gibi büyük bir sanatçının kaçırmış olması. Yaşadığım hayal kırıklığının büyüklüğü belki de bundan...

Cumartesi, Ocak 16, 2010

m010-Vavien!

Dikkat bu yazı Vavien filmi hakkında "spoiler" içermekte. Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir.

Vavien hakkında basında o kadar güzel şeyler okumuştum ki "herhalde sonunda yaptılar!" ümidi içinde gittim sinemaya.

"Türk Sinemasında çığır açacak bir senaryo" diye yazmışlardı mesela. Evet, özellikle belli bir tiplemenin dışına hiç çıkmamış, çıkmaya da niyetli değil gibi görünen Engin Günaydın için hayli farklı bir film olmuş, tartışılmaz. Ancak bu filmde "çığır açacak" denli güzel ne vardı, ben göremedim.

Avrupa sinemasında bir "kaybedenin hikayesini anlatma" yanılgısı vardı zamanında. Eğer "Sanat filmi" adı altında bir şey çekiyorsanız bunun mutlaka iç karartıcı bir hikayesi olması gerekir, kahraman mümkün olduğu kadar beceriksiz, isteksiz, acı çeken bir tip olmalıdır!

Halbuki seyirci kaybedenlerin hikayesini seyretmeyi sevmez. Bunu sadece Amerikan sineması düşkünü bir takım kişiler değil, sinema ve senaryo üzerine çalışmış pek çok akademisyen de söylüyor.

Seyirci kahramanın, bir şeyi deli gibi arzulamasını görmeyi seviyor. Bu arzusu peşinde dağları yıkmasını, önüne çıkan tüm engelleri aşmasını seyretmek istiyor.

Elbette ki seyirci böyle istediği için bu tür filmler çekilmiyor, işin doğası gereği, arzu dramatik yapıyı güçlendirdiği içindir ki seyirciler bunları seyretmeyi seviyorlar.

Peki Vavien'in hikayesi nedir?

Evinde büyük bir mutsuzluk içinde, adeta hapsolmuş Celal, Samsun'daki bir pavyondaki Sibel Ceylan'a aşık olur ve mutsuzluğunun yegane kaynağı gördüğü karısı Sevilay'ı öldürmeyi planlar.

Tamam, diyelim ki Celal'in bu biraz garip arzusunu kabullenip hikayeyi izleyeceğiz. Ama Celal tam anlamıyla depresyonda. Hiç bir şeyi çok fazla istediği filan yok. Pavyonda Sibel'in kapısına dayanıyor, Sibel kapıyı yüzüne kapattığında dönüp gidiyor. Biraz azıtıp telefonla mesajlaşınca kadının evine gidiyor, orada da Sibel'in sevgilisinden dayağı yiyip dönüyor.

Bundan sonra film boyunca Celal'in aşkı için herhangi başka bir şey yaptığını görmüyoruz.

Bu noktada senaryo bence daha da büyük bir hata yapıyor ve bize Sevilay'ı sevdiriyor. Sevilay, epey aklı kıt, ama kalbinden kötülük geçmeyen, kocasına deli gibi aşık, hatta gözü kocasından başkasını görmeyen bir kadın.

Binnur Kaya da o kadar güzel oynamış ki, şunu rahatlıkla söyleyebilirim, film boyunca kendisiyle özdeşleşebildiğim tek karakter Sevilay olmuş. Halbuki bu karakterin, çok iyi birisi bile olsa Celal'in yaşamını nasıl cehenneme çevirdiği anlatılmalıydı.

Tam tersi yapılmış.

Hal böyle olunca da, hiç bir arzusu için yanıp tutuşmayan Celal'in hikayesi, bence izlenir olamıyor.

Ama senaryodaki zaafiyetler bununla da bitmiyor.

Celal, garip bir planla karısını arabadan atıyor. Hadi bunun da detaylarına girmeyelim ve mantıklı bulalım. Ama karısı "öldükten" sonra Celal'in yaşantısında hala hiç bir şey değişmiyor? Aynı bezgin suratla işe gidiyor, aynı bezgin suratla işten eve dönüyor. Arada Sibel'in sevgilisi onu ziyarete geliyor (büyük ihtimalle öldürmek için) ama karısının öldüğünü görünce haline acıyor ve dönüyor.

Görüldüğü gibi baş kahramanımız Celal, başına gelenleri değiştirmek için hiç bir eylemde bulunmuyor.

O sırada filme biraz gerilim katmak için Celal'in biraz olsun vicdan azabı çektiğini görüyoruz, karısı rüyalarına giriyor filan.

Hatta dükkandaki komşusu "ya nasıl oldu da o kapı kendiliğinden açılıverdi?" şeklinde sorularla Celal'i biraz sıkıştıracak sanıyoruz. Ama bu konu da açıldığı gibi hemen kapanıyor. Kimse onca kişi arasından Sevilay'ın arabadan düşüvermesine şaşırmıyor.

Filmin bu noktasında açıkçası biraz ümitlenmiştim, herhalde hikaye Celal'in vicdan muhasebesine dönüşecek sanmıştım.

Oysa ne oldu? Bir sabah çat kapı Sevilay geri döndü!

Polislerin günlerdir aradığı, uçurumdan düşmüş bir kadın yüzü gözü morarmış şekilde evine dönüyor.

Tamam, kara mizahtır, bunu da kabul edelim.

Bu olaydan sonra bence senaryonun tek dişe dokunur meselesi ele alınıyor. Sevilay, onca yıldır babasının gönderdiği paraların kaybolduğunu farkeder. Kocasını o kadar çok seviyordur ki onu suçlayamaz. Üstelik kocasından bunu saklamış olduğu için kendisini suçlu görmektedir.

Bu durumu çözmek için, elinden geldiğince bir şeyler yapar, didinir.

Hikaye keşke baştan sonra Sevilay'ın hikayesi olsaymış diyor insan.

Ama değil.

Sevilay o kadar saf, o kadar iyi bir insan ki, kocası tamamen aynı banknotları, hatta biraz noksan biçimde geri getirdiğinde dahi parayı istemiyor, sadece kocasıyla kalmak istiyor.

Eğer bu filmde tek bir dramatik yapı varsa, o da Sevilay'ın hikayesi olsa gerek.

Senaryolarda sır, başlı başına bir çatışma kaynağıdır bunu herkes bilir. Kahramanlar bu sırlarını saklamak için yalanlar söylemek zorunda kalırlar, bu yalanlar onları daha da çok sıkıştırır ve sırrın ortaya çıktığı an, genellikle en yoğun duyguların yaşandığı sahnelerdir.

Oysa Vavien'de, Celal'in sırrı nasıl ortaya çıkıyor? Celal kendi kendine gidip ağabeyine durumu anlatıyor!

Sanki birileri inatla tüm senaryo prensiplerine karşı çıkmaya çalışmış bu filmde. Kahramanın bir arzusu, daha doğrusu isteği var, ama bunun için yanıp tutuşmuyor, yapmak istediği şeyi gerçekleştirmesi için önüne hiç bir engel çıkmıyor. Onun da zaten engelleri aşmak için çabalamaya niyeti yok.

Yani kısaca film boyunca sadece bir şeyler olup bitiyor. En sonunda da para Celal'de kalıyor, ama Sevilay'dan ayrılmıyorlar, mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar...

Eh, bize de kerevetine çıkmak kalıyor. Vavien inşallah Türk Sineması'nda bir çığır açmamıştır demekten başka bir şey gelmiyor elimden.