"Göster, söyleme" prensibiyle birlikte anılması gereken bir diğer tekniğin, "eksik bırakmak" olduğunu düşünüyorum.
Bu ikisi aslında birbirine hem çok yakın, hem de taban tabana zıtlar. "Göster, söyleme" prensibi, insan beyninin görsel malzemeden etkilenmesi üzerine kurulu ve seyirciye bir şeyi söylemek yerine göstermeyi esas alıyor. Hatta gösterirken, mümkünse hiç söylememeyi.
"Eksik bırakmak" olarak adlandırdığım bu temel teknikte ise, seyirciye hiçbir şey gösterilmiyor! Bu durumda bu iki teknik arasındaki benzerliğin ne olduğunu açıklamam gerekiyor. Öncelikle eksik bırakmanın ne olduğunu inceleyelim.
Sinema filmlerinin öncelikli amaçlarından biri, seyircinin dikkatini bir an olsun dağıtmadan sürekli olarak onu filmin içinde tutabilmektir. Çeşitli film türleri bunun için çeşitli tekniklerden faydalanırlar. Aksiyon filmlerindeki sürekli kaçma-kovalama sahneleri, gerilim filmlerindeki sürekli karanlık, belirsizlik ve her an bir yerden bir şeylerin çıkabileceği korkusu vs. Sonuç olarak hepsi tek bir amaca hizmet eder, seyirci sıkılmasın, filmden kopmasın.
Elbette ki seyirciyi filmin içinde tutabilmek için güzel bir hikayenin, güzel bir anlatımın var olması, o büyünün yaratılması şarttır. Ancak bunlar mevcutken dahi uymamız gereken en basit kural, seyirciye lüzumsuz bilgi vermemektir. Seyirci zekidir, bizim anlatmak istediğimizi zaten başından anlamak için gizliden gizliye çabalamaktadır. Nasıl ki görerek anlayacağı bir şeyi ekstradan bir de ağzımızla söylememiz onun sinirini bozuyorsa, lüzumsuz detaylarla ve zaten bildiği şeylerle onu oyalamak da öyle bozar.
Bir çocuk elinde sinema biletiyle evden çıkıyorsa, onun nasıl otobüse bindiğini, arkadaşlarıyla nasıl buluştuğunu bilmemize gerek yok. Çocuğu evden çıkarken ve sinemaya girerken, hatta sinemada görmemiz yeterlidir. Eğer arada olan bitenler, bizim hikayemize bir şey katmıyorlarsa bu lüzumsuz bilgiyle seyircinin konsantrasyonunu bozmamız iyi olmaz. Seyirci zaten arada olan biteni kendi beyninde tamamlayacaktır.
Bırakın seyirci bu tür tamamlamalarla uğraşsın, meşgul kalsın. Yoksa boş kaldığı anda koltuğunda kıpraşmaya, sağına soluna bakmaya başlar! Böylece filmden kopar, onu tekrar içeri çekmemiz zor olur.
Hızlı okuma tekniği de aslında benzer prensibi kullanır. İnsanların normal, yavaş okuma tempolarında yazılanlar beyne çok süratli gider, ancak orada çok daha düşük hızda sese dönüştürülür. İnsan beyni de aradaki bu "boş" vaktinde başka şeyler düşünür. Okurken gördüğümüz kelimeleri sese dönüştürmeyi bırakabilirsek çok daha hızlı okur ve bu arada beynimiz başka bir şeyle meşgul olamayacağından çok daha konsantre oluruz.
Filmde de, gereksiz bilgilerle harcadığımız her saniyede seyircinin beyninin başka şeye çalışacağından emin olabiliriz.
Bu, senaryonun haldır haldır bir şeyin peşinden koşması gerektiği anlamına da gelmez elbette. Gerektiğinde yavaş gerektiğinde süratli olmaktan bahsediyorum. An gelir, bir duyguyu verebilmek için hareketsiz geçecek sahnelere ihtiyacımız olabilir. Buradaki anahtar, "hızlı olmak" değil, "gereksiz anlardan kaçınmak"tır.
Adam eğer patronuyla kavga ediyorsa bu kavganın sonunda istifa ettiğini görmemize gerek yoktur. Kavga başlar ve bir sonraki sahnede adam eşyalarını topluyordur. Seyirci bu arada olup biteni kendi beyninde tamamlayacaktır zaten, bırakalım da bu zevki tatsın!
Sahnelere mümkün olduğu kadar geç girip erken çıkılması gerektiği de, aslında bununla ilintilidir. Kötü filmlerde istisnasız tüm sahneler birisinin bir kapıdan girmesiyle başlar ve kapıdan çıkmasıyla biter! Oysa bizi ilgilendiren şey o kişinin kapıdan giriş ve çıkış anları değil, içerideyken yaptıklarıdır. Dolayısıyla bu lüzumsuz saniyeler, seyirci için asla ilgi çekici olamazlar.
Senaryo, gerçekten de acımasız bir savaş alanıdır. Burada zaten yaklaşık 120 sayfa gibi bir alana, oraya sığmayacak gibi görünen bir olaylar yığınını sığdırmaya çalışmaktayız. Bu yolda boşa harcadığımız her satır, her saniye, öncelikle daha ileride çok detaylı işlememiz gereken sahnelerden eksiltir. Üstelik bu saniyelerde bir de seyirciyi kaybederiz. Dolayısıyla her sahnede, söylemesek seyircinin bir şey kaybetmeyeceği her kelimeyi kesmeli, adeta o sahnelerin suyunu çıkarmalıyız.
Seyirci "noktalı yerleri doldurmayı" sever. Senaryomuz keyif verecek kadar çok, ama içinden çıkılmaz hale gelmeyecek kadar az noktalı yer içermelidir.
2 yorum:
Internette senaryo yazımı diye arama yaparken karşıma çıktı bu blog sayfası. Aslında aradığım teknik olarak kağıt üzerinde senaryo yazarken uyulması gereken şekil-biçim şartlarıydı ama burada konunun başka bir boyutu hakkında gayet açık ve anlaşılır şekilde paylaşmışsınız düşünce ve bilgilerinizi. Teşekkürler
dorukan arkadaşızla aynı kaderi paylaşıyorum. ben çok basit bir yazı beklerken karşıma çıkan bloglar mukemmeldı ... tebrik ederim
elıne kalemıne sağlık
Yorum Gönder