Önceki iki yazıda, biraz soyut bir yaklaşımla, bir takım senaryo kuralları ve şablonlarından bahsettim ve doğrudan doğruya bunları kullanmak üzerine "edebiyat yaptım". Peki ama nedir bu senaryo kuralları ve şablonları?
Edebiyat yapma egomu bastıramadığım için yine, lafa başlamadan önce, tüm bu kural ve prensiplerin iyi bir senaryo yazmak için yeterli olmayacağını, önemli olanın seyircide duygu uyandıracak büyüyü yakalamak olduğunu söyleyeceğim. Ancak maalesef o büyüyü formülize edebilene rastlamadım bugüne kadar.
"Göster, söyleme" prensibi, kanımca yazım teknikleri içinde en başta yer alması gerekenlerden biri. Bunu iyi anlamak için, bu prensibin uygulanmadığı yığınla filmi izleyebilirsiniz.
Karşınızdaki size bir fıkra anlatıp ve sonra da bu fıkrada gülünmesi gereken yeri açıklarsa nasıl sinir olursunuz, değil mi? "Ha ha ha, yani adam şurada şöyle şöyle olmuş da onun için böyle böyle.."
Eh be kardeşim, ben anlamıştım zaten! Neden bana alt yazı geçiyorsun şimdi?
Aslında bizi güldüren şeyin fıkranın komikliğinden ziyade, ardında yatan zeka olduğunu düşünüyorum. İnsanoğlu zekaya hayran olur. Özellikle de bu zekayı algılayabilmişsek, kendimizin de böyle zeki olduğumuzu düşünüp keyifleniriz. Bu yüzdendir ki birinci dereceden değil de, ikinci dereceden espriler bizi daha çok etkiler.
İmalar, iğnelemeler hoşumuza gider. Biz, bunun ardında, gizleneni keşfetmeyi severiz. Keşfettiğimiz için de bir yandan böbürleniriz, "işte ben ne kadar da akıllıyım" diye mırıldanırız farkında olmadan.
Buna dair birçok örnek verilebilir. Karşınızdaki insanın konuşurken dili dolanmışsa, ona "hahaha, nasıl da dilin dolandı" demek mi daha etkileyicidir, yoksa "ortada su şişesi!" demek mi?
Ama bu güzelim espriyi "hani şu köşe yaz köşesi, bu köşe kış köşesi, ortada su şişesi lafı vardır ya, insanın söylerken dili dolanır, sen de tam öyle oldun" diye açıklamak, bir çuval inciri berbat etmek değil de nedir? Dur be arkadaşım, ben zaten senin söylediğini anlamış ve bir köşede gülmekteydim, keyfimin içine ettin!
Hele hele sinemada, bu prensip çok daha ön plana çıkıyor. Çünkü sinemada, hedefimize ulaşmak için elimizde görsel bir silah daha var. Romanda bu silaha sahip değiliz, ne becereceksek elimizdeki kelimelerle becereceğiz. Oysa beyaz perdede sonuna kadar sömürmemiz gereken bir görsel bombaya sahibiz.
Bu konuda bir uzmanlığım olmamakla beraber, konunun beynin iki lobu ile ilgili olduğunu söyleyebilirim. Kelimeler beynimizin bir yarısına hitap ederken görüntüler diğer yarısı ile konuşurlar. Güzel bir kadından bahsederken bir yandan elinizle vücut şekli çizmez misiniz? Daha etkileyici değil midir?
Bunun için değil midir ki tüm seminerlerde, konuşmacılar powerpoint sunumları kullanırlar? Yeterli düzeydeki açıklamayı kelimelerle bize ulaştırırken, bir yandan da bunu görsel malzeme ile desteklerler. Böylece söylenenler çok daha sağlam bir şekilde beynimize kazınır.
Göstermek, söylemekten çok daha etkilidir. Bu gerçeği bildikten sonra bunu senaryoda uygulamamak ne büyük bir gaflet!
Charlie Chaplin bizleri neden güldürür? Peter Sellers filmlerinde en unutamadığınız sahnelerde ne kadar diyalog vardı?
Beynimizin görsel uyarılara daha çok açık olduğu aşikar. Bir sinema filminin de bu açıklıktan faydalanmaması hatadır. Ne yazık ki pek çok senaryoda bu hataya bol bol rastlamak mümkün.
Baba-1'de hastanenin önünde bir bekleme sahnesi vardır, izleyenler hatırlar. İki adam, diğer gangsterlerin geleceğini biliyorlar ve orada sözde güvenliği sağlayacaklar. Ancak silahları bile yok aslında. Ödleri kopuyor.
Kötü senaryoda bu iki kişi arasında "ödüm kopuyor, ya gelip bizi öldürürlerse?" tarzında bir konuşma geçer!
Oysa filmde adamlardan biri sigarasını çıkarır, diğeri yakmak için çakmağını getirir ve ikisinin de ellerinin nasıl titrediğini görürüz. Aralarında geçen tek konuşma, "elini cebinin içinde tut, sanki silah taşıyor gibi" olmuştur.
Yaşanan korkuyu hangi örnek daha iyi verir? Hangisi seyircinin kalbine daha çok ulaşır?
Aynı el titreme sahnesi üzerine "ödüm kopuyor" sözünü ekleyin. Sahne bir anda nasıl da değersizleşir!
Elbette öyle olur, çünkü seyirci olarak salak yerine konduğumuzu hissederiz. "Ödüm kopuyor" sözü zaten beynimizin içinde oluşmuştu, böyle derinden duymak bizi çok da güzel etkilemişti. Yapılan konuşma ise bu büyüyü bozmaktan başka işe yaramaz.
Bu yüzden hemen hemen tüm senaryo kitaplarında "göster, söyleme" prensibine rastlayabilirsiniz. Buna çok benzer, ortak noktaları olan "eksik bırak" tekniğini de bir sonraki yazıda ele almayı düşünüyorum.
Bu tekniği uygulamak, her sahnenin üzerine düşünmemizi ve yaratıcı olabilmek için kendimizi zorlamamızı gerektirir. Öyle güzel bir denge bulmalıyız ki, hem söylemeyip göstermeli, hem de seyiciyi "ee? Ne oldu yani şimdi?" gibi bir belirsizlikte bırakmamalıyız.
Güzel örnekler Baba gibi ender filmlerde, kötüleri ise adım başı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder