Genelde bir film seyrettikten sonra onu neden beğendiğimi ve/veya neden beğenmediğimi düşünürüm. “Başarıya giden yolu” formülize etmeye çalışmanın tamamen boşa bir çaba olduğunu gayet iyi bilmeme rağmen, kendimi bunu yapmaktan alıkoyamam.
Matematik düşkünü bir insan olduğum için, önüme konan problemin, ne kadar karmaşık olursa olsun, denklemlerle, sayılarla ifade edilebilmelerini çok isterdim. Ama ne yazık ki, yaşamın kendisi gibi, içerdiği problemler de hemen hemen hiç bir zaman değişmez kurallarla çözülemiyorlar.
Bir yolculukta olduğumuzu algılayıp, ulaştığımız yere değil de bizzat yolculuğun kendisine odaklandığımızda daha çok şey elde ediyoruz hayattan sanki.
“Güzel senaryo yazmanın” şu belki de hiç varolmamış altın kurallar kitabını ararken yürüdüğümüz yol da, aslında o altın kurallar kitabını bulmaktan daha bile keyif verici olabiliyor. Bu yüzden o hiç ulaşamayacağım kitabın peşinden koşmayı sürdüreceğim.
Yol boyunca öğrendiklerim yanıma kar kalacaktır.
Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’ni seyrettikten sonra da uzunca bir süre bu filmi neden beğendiğimi çözemedim. Aslında filmin genelinde, içerdiği “high-concept” fikri taşıyabildiğini düşünmüyorum. Bir adamın yaşlı doğup bebek ölmesi, zamanın tersine akması, başlı başına büyük bir fikir ve tek başına bu cümle seyirciyi sinemaya çekmeye yeter. Evet bu bir roman uyarlaması, ve bu sıradışı fikir henüz sıradanlaşacak denli çok tekrar ve taklit edilmedi.
Ancak filmin özellikle ilk yarısı bana göre hayli yavaş tempoda, ve yaşlı doğmuş bir çocuğun yaşayabileceği çatışmayı yeterince vurgulamayarak, vurgulamamayı tercih edererk, hatta neredeyse bu durumun doğal karşılandığı masalsı bir ortamda geçti.
Filmin ana ekseninde hiç kuşkusuz Benjamin ile Daisy’nin imkansıza yakın aşkları var. Ancak biz bu muhteşem öyküden filmin ikinci yarısına kadar mahrum kalıyoruz. Şimdi senaryoya göz attığımda, ilk karşılaşmalarının 44. sayfada gerçekleştiğini görüyorum. Hiç kuşkusuz ki normalde kabul edilemeyecek bir durum bu.
Peki ben bütün bunlara rağmen neden bu filmi beğendim?
Bunu birkaç gün boyunca sorguladım. Cevabı bulabilmekten ve bunu blogumda dile getirebilmekten tam ümidi kesmek üzereydim ki, neredeyse her zaman olduğu gibi, cevap kendiliğinden bana geldi. Bir radyo programında, tamamen farklı bir konu ile ilgili olarak, konuşmacı, “hayatımız bir otoban, bizler bu otobanda haldır haldır gidiyoruz ve çoğu zaman etraftaki birbirinden güzel patikaları farkedemiyoruz” dediğinde filmde neyi beğendiğimi anlayabildim.
Senaryo tekniklerini bizleri otobanda son sürat ilerletecek araçlar olarak görme yanılgısına çok sık düşüyoruz. Benjamin Button’un Tuhaf Hikasi ise, çok süratli bir otoban vaadeden “high-concept” öncülüne ve Amerikan sinemasının sürat tutkusuna(!) rağmen, bizleri yol boyunca pek çok küçük kasabaya, şirin patikalara sokuyor. Filmin bütününe yayılmış iyimserlik havası, az önce söylediğim gibi, böyle garip bir yaşamın toplum tarafından neredeyse doğal karşılandığı masalsı atmosfer bizi içine çekiyor.
Çünkü bizler yaşamaktan yorgunuz. Kime sorsanız, bir haftasonu güzel havada dağa bayıra gitmek, piknik yapmak, ağaçlar arasında yürümek ister. Ancak bunu pek azımız yaparız. Bu yüzden senaryoda seyirciyi yaklaşık 120 dakikalık uzun yolculuk boyunca birkaç sakin ortama sokmanın, biraz ağaçlar altında oturmanın, biraz su sesi dinlemenin büyük faydası var.
Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’nin tüm başarısını buna indirgemek gibi bir niyetim yok. Ortada hiç kuşkusuz başarılı bir yazarın başarılı bir hikayesi var ve hiç kuşkusuz dramatik yapısı çok başarıyla örülmüş. Ben sadece benim duygularımı en çok okşayan unsur üzerine yoğunlaşıyorum.
Doğrusu benim, kısa ya da uzun, kaç dakikalık olursa olsun, bir senaryo üzerinde çalışırken yaşadığım en büyük sorun, kafamdakileri kağıda sığdıramamak olur. Pek çok bölümü kısaltırım, pek çok sahneyi atarım, ama hep o sayfa sınırının üstünde kalırım.
Hal böyle olunca, böyle bir koşturmacanın arasına bir de patikalar, güzel manzaralar sokabilmek ve seyirciyi dinlendirebilmek, kendisini iyi hissetmesini sağlamak gerçekten çok büyük bir yetenek olsa gerek.
Derler ya, bir yazarın yazdığı ne olursa olsun, okuyucu sadece kendi ihtiyaç duyduğu kadarını alacaktır. Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi de belki bana özellikle bu yüzden hitap etmiş olabilir; bir senarist olarak otobanda giderken patikaları görememenin eksikliğini uzun süredir hissediyordum. Film ise bunu çok hoş bir şekilde başarmıştı.
Yan yollara girip biraz yavaşlamanın çok daha temelde bir faydası daha var, ki bu çok bilinen bir prensibe işaret ediyor: Siyahı anlatmak istiyorsanız yanına ışıl ışıl bir beyaz koymalısınız.
Senaryodaki patikalar sadece bize o dinginliği vermekle kalmaz, doğal olarak gideceğimiz yoldaki sürati ve engelleri de daha fazla vurgulamış olur.
Konuya bu şekilde “otobanın kenarındaki patikalar” gözlüğüyle bakabildiğimde ister istemez “Everything Is Illuminated” filmi geldi aklıma. Radyodaki program, çok uzun bir süre önce izlemiş olduğum ve neden beğendiğimi tam olarak dile getiremediğim bu film için de yanıt olmuştu bana, bir taşla iki kuş vurmuştu.
Filmde söylendiği gibi... “Senin için gelecek olanı asla bilemezsin.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder