Dikkat, bu yazı “Berlin Kaplanı” filmi hakkında “spoiler” içermekte. Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir.
Ata Demirer’in büyülü bir yeteneği var. Bir karakteri alıyor ve onu öyle bir oynuyor ki, detaylarla adeta nakış işler gibi o karakteri öyle bir gerçek kılıyor ki... Gerçekten büyülü bir dünyaya çekiyor bizi.
Eyvah Eyvah’ların büyük başarısı, bu büyülü dünyanın arka planındaki basit, ama sağlam biçimde örülmüş bir senaryonun varlığıydı. Maalesef Berlin Kaplanı’nda Ata Demirer tek başına kendi yeteneğinin filmi alıp götürebileceği yanılgısına düşmüş.
Ata Demirer’in müthiş yeteneği sayesinde yine naif, saf bir karakterle çok kısa sürede empati kuruyoruz. Ayhan Kaplan’ın bazen Türk, sıcak kanlı, bazen bir anda Alman’a dönen, mantıklı, dan dun tavırlarıyla hoş bir giriş yapıyoruz.
Fakat filmin “girişi”, adı üstünde “giriş” iken, neredeyse 45 dakikaya yayılıyor. Herhalde 10 dakikadan fazla sürmemesi gereken bu 45 dakika boyunca biz Ayhan Kaplan’ın neden Türkiye’ye geldiğini öğreniyoruz. Esas hikaye Türkiye’de geçecek, Ayhan Kaplan’ın tüm duygusal ilişkileri Türkiye’de örülecekken çok lüzumsuz bir şekilde 45 dakikamızı Almanya’da geçiriyoruz. Bunun sonucu olarak da ikinci bölümde daha rahat bir tempoda, yavaş yavaş işlenmesi gereken tüm duygular biraz pata küte, biraz yalap şap geçiştirilmek zorunda kalınıyor, çünkü bunları işleyecek vakit yok.
Ancak bundan çok daha önemlisi, kahramanımızın peşinde koşacağı bir hedefi yok. Diyeceksiniz ki amacı, antrenörü Cemal’le borçları olan 50.000 Euro’yu bulmaktır. Peki Ayhan Kaplan bu parayı bulmak için ne yapıyor? Hiç. Olay parayı akrabasından borç olarak istemekten ibaret. Hatta bir adım daha ileri gidelim, bu borcu istemesi için bile hiç engel yok önünde. Parayı bulamazsa Almanya’ya dönüşte başına gelecek kötü şeyler hakkında da çok fikir sahibi değiliz, ya da en azından Ayhan Kaplan’ın bu durumdan korku duyduğuna dair bir işaret yok. Kendisi resmen bir haftalığına tatil yapıyor...
Dolayısıyla elimizde, sadece başına gelen kötü bir durumdan kaçıp Türkiye’ye gelmiş olan bir kahraman var. Sahiden takip edilmesi en zor kahraman tiplerinden biri. Eğer Ata Demirer’in o müthiş oyunculuğu olmasa herhalde çekilmez bir film olurdu.
Neyse ki Türkiye’deki bölüm biraz daha kahramana empati duyabileceğimiz olaylar içeriyor. Ancak senarist bu sefer de, tek bir duygusal ilişkiyi derinlemesine işleyecek kadar vakit kalmışken hem Elvan’la aralarındaki aşkı, hem de yeğeni Fatih’le arkadaşlıklarını işlemeye çalışmış. Elbette ikisi de çok yüzeysel kalmış.
Ayhan Kaplan, Elvan tarafından aldatıldığını düşünüyor, Nurettin’e zaten güvenmiyor, ama her ne oluyorsa bu aile maça geldikleri için her şey tatlıya bağlanıveriyor. Tam bir deus ex machina örneği. Tanrı’nın eli değiyor ve sorunlar halloluyor. Bunun hiç bir şekilde alt yapısı kurulmadığı için böyle bir sahneden doğal olarak duygulanamıyoruz. Daha kötüsü, Elvan’la ayrılmış olmalarından başka, bu aileden ayrılmış olmasından ötürü bir üzüntü duymamıştık ki tekrar bir araya gelmelerine sevinelim. Nurettin ile Ayhan’ın barışması bizi neden duygulandırsın?
Ayhan’ın İstanbul’daki maça gelişinin de bizde nasıl bir duygu uyandırması beklenmiş, açık değil. Ayhan’ın derdi parayı bulmak değil miydi? Bu parayı bulmak için, hem de nefret ettiği adamla boks maçı yapması isteniyor. Bu üzülünecek bir durum değil, tam aksine sevinilecek bir fırsat! Oysa öyle bir işlenmiş ki, sanki Antalya’daki arazinin satışından vazgeçti, büyük parayı elinin tersiyle itti ve artık başka çaresi kalmamış gibi gidip “istemeye istemeye” İstanbul’da bir boks maçı yapacak.
Antalya’daki arazinin satışından vazgeçmesi de, duygu yoğunluğu yaşatabilecek bir olayken, maalesef o da, herhalde vakit darlığından, alelacele sonuçlandırılmış. Ayhan Nurettin’i araziyi sattığı için değil, kendisini kazıkladığı için kovalamıştı. Bir sonraki sahnede ne oldu da birden ahlaki kaygılara kapıldı? Bunlar bize hiç anlatılmadığı için, biz de doğal olarak yine duygulanmıyoruz, ya da az duygulanıyoruz.
Sonuç olarak kahramanın en temelde bir hedefinin bile olduğu tartışılabilecek, sebep sonuç ilişkileri çok çok gevşek kurulmuş bir senaryo. Ancak buna rağmen ben seyirci olarak filmin pek çok yerini keyif alarak seyrettiysem bu tek başına Ata Demirer’in büyülü yeteneği olsa gerek. Böyle olunca da bana düşen bu filmi de “kaçırılmış fırsatlar” hanesine yazmak oluyor. Çok daha iyisini yapabileceğini Eyvah Eyvah’larla kanıtlamışken ne yazık ki bu film ciddi başarısızlıkla sonuçlanmış.
Beni en çok üzen şey ise şu; böyle bir senaryoyu herhangi bir “senaryo doktoru” okumuş olsa mutlaka benim farkettiklerimden daha fazlasını ortaya koyabilirdi. Bir filmin maliyetinin yanında senaryo en önemsenmeyecek maliyetken, en küçük kalemde bu kadar temel hatalar yapılıp belki milyonlar çöpe atılıyor.
Ne diyelim, inşallah bir sonraki filme!
Senaryo yazımı hakkında yabancı dilde yayınlanan makalelerin çevirileri ve kendi yazdıklarım...
Çarşamba, Şubat 08, 2012
Pazar, Ocak 15, 2012
m015 - Kurtuluş Son Duraktan Az Önce Kaybedilen Hikaye
Dikkat, bu yazı “Kurtuluş Son Durak” filmi ile ilgili “spoiler” içermekte. Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız okumamanız tavsiye edilir.
Sanırım yakın bir gelecekte bir filmin tamamını başarıyla yazmayı ve çekmeyi de becereceğiz. Son dönemde seyrettiğim Türk filmlerinin bende uyandırdıkları his bu, Kurtuluş Son Durak’ta da aynısı oldu.
Film, güzel bir kara mizah örneği olarak başlıyor ve uzunca bir süre de bu şekilde devam ediyor. “Şiddet yanlısı” olarak bir araya gelmiş kadınlar arka arkaya üç erkeği öldürüyorlar. Buraya kadar filmin başarılı olduğunu bence tartışmasız şekilde ispatlayan şey, cinayet gibi tüyleri ürpertecek bir olayın bizi güldürebilecek şekilde aktarılması.
Film bunu sahiden başarıyla gerçekleştiriyor.
Bu noktaya gelene kadar da bazı zayıflıklar yok değil, ancak her zaman dile getirdiğim gibi, seyrettiğimiz eser genel anlamda güzelse, arada yapılmış bazı mantık hataları, ya da filmin kusurları pek gözümüze batmayabiliyor.
Öncelikle psikolog Eylem’in intihara kadar ulaşmış bunalımından kurtuluşunu ve şiddet gören kadınlara destek olan güçlü kadın modeline geçişini pek anlayamıyoruz. Ne oluyor da kendi bunalımlarından kurtulup komşularını örgütleyecek kadar bilinçli bir hale geliyor, belli değil.
Ayrıca Eylem’in temel meselesinin şiddetle ilgili değil, sadece kendisini terk eden, üstelik en yakın arkadaşıyla da aldatan eski nişanlısıyla olması, diğer kadınların derdine ortak olmasını biraz olsun zayıflatıyor. Hiç kuşkusuz kadına karşı şiddet, Eylem’in de hayatını bir noktasında etkilemiş olsaydı, onun bu mücadelesi bize biraz daha yakın, biraz daha tanıdık gelirdi. Diyeceksiniz ki senaryoda böyle bir klişeye kapılmamak için farklı bir kurgu hazırlanmış olabilir. Hiç sanmıyorum. Sonuçta payvon şarkıcısını metres alan mafya babası ve karısını sürekli döven sarhoş koca klişelerinden hiç çekinmeyen senaristin Eylem’i bilinçli olarak şiddet mağduru olmayan bir karakter olarak yarattığını düşünmüyorum.
Senaryonun bir başka şaşırtıcı zaafı da, aynı fonksiyona sahip iki karakterin olması. Vartanuş (Demet Akbağ) ve Füsun (Asuman Dabak) bu hikaye içinde kendilerine sadece “komşu” kategorisinde yer bulabilirler. Öyleyse ikisi birden fazla. İkisinin de oyunculuğuna söyleyecek hiç bir sözüm olmamakla birlikte hikayede birinden birinin çıkması gerektiğine inanıyorum. Barış Pirhasan ustanın böyle basit bir prensibi çiğnemiş olması şaşırtıcı.
Sonuçta bu zaaflarıyla birlikte film bizi güldüre güldüre bir noktaya kadar geliyor.
Ve ne oluyorsa üçüncü adamın (Eylem’in eski nişanlısı) banyoda tesadüfen ölmesiyle oluyor. Aslında bu noktada da, diğer iki adamın bir yerde kazayla, istemeden öldürülmesinin yanında Goncagül’ün basbayağı tabancayla ateş ederek mafya babasını öldürmesinin de filmin genel havasına aykırı kaçtığını söylemeden edemeyeceğim. Goncagül epey bir mağdur olabilir, olanca haksızlığa da uğramış olabilir, ama bir dakika! Resmen silahı çekiyor ve üç el ateş ederek adamı öldürüyor. Bunun neresine gülelim? Bunu nasıl diğer iki ölümle bir tutalım?
Filmin komikliğinin merkezinde “Biz her türlü şiddete karşıyız” diyen kadınların şiddete karşı koyalım derken karşılarına çıkan adamları istemeden öldürmeleri var. Bu cinayet ise resmen hikayeye ihanet.
Filmi seyrederken bunu da sineye çekmiş olduğumu farkediyorum şimdi.
Ama ondan sonra polislerin evi basması, sokaklarda kadınların örgütlenip pankartlar açması vs vs... ile film bütün havasını kaybediyor, bambaşka bir şeye dönüşüyor. O noktaya kadar işlenmiş, mükemmel olmasa da epey kalbur üstü kara mizahla keyiflenmişken, bir kez daha eşekten düşmüşe dönüyoruz. Finale sığdırılmış bu olayların filmin hikayesinde hiç yeri olmamalıydı.
Hele hele üç ölüm arasında en az cinayete benzeyen olay ile Eylem’in hapse düşürülmesi de sadece ve sadece “güçlü Eylem, hapiste de kadınları örgütlendiriyor”u anlatabilmek için düşünülmüş, tam bir Deus Ex Machina örneği.
Maalesef filmlerin finalleri çok önemlidir. Kurtuluş Son Durak, belki bir buçuk saate yakın bir süre hayli oturaklı, tutarlı ve güldürmeye meyilli devam ettikten sonra son yarım saatte bir çuval incir berbat oldu. Seyirci olarak filmden çıkarken hissettiğimiz de ne yazık ki bu son yarım saatin damağımızda bıraktığı tat oldu.
Sanırım yakın bir gelecekte bir filmin tamamını başarıyla yazmayı ve çekmeyi de becereceğiz. Son dönemde seyrettiğim Türk filmlerinin bende uyandırdıkları his bu, Kurtuluş Son Durak’ta da aynısı oldu.
Film, güzel bir kara mizah örneği olarak başlıyor ve uzunca bir süre de bu şekilde devam ediyor. “Şiddet yanlısı” olarak bir araya gelmiş kadınlar arka arkaya üç erkeği öldürüyorlar. Buraya kadar filmin başarılı olduğunu bence tartışmasız şekilde ispatlayan şey, cinayet gibi tüyleri ürpertecek bir olayın bizi güldürebilecek şekilde aktarılması.
Film bunu sahiden başarıyla gerçekleştiriyor.
Bu noktaya gelene kadar da bazı zayıflıklar yok değil, ancak her zaman dile getirdiğim gibi, seyrettiğimiz eser genel anlamda güzelse, arada yapılmış bazı mantık hataları, ya da filmin kusurları pek gözümüze batmayabiliyor.
Öncelikle psikolog Eylem’in intihara kadar ulaşmış bunalımından kurtuluşunu ve şiddet gören kadınlara destek olan güçlü kadın modeline geçişini pek anlayamıyoruz. Ne oluyor da kendi bunalımlarından kurtulup komşularını örgütleyecek kadar bilinçli bir hale geliyor, belli değil.
Ayrıca Eylem’in temel meselesinin şiddetle ilgili değil, sadece kendisini terk eden, üstelik en yakın arkadaşıyla da aldatan eski nişanlısıyla olması, diğer kadınların derdine ortak olmasını biraz olsun zayıflatıyor. Hiç kuşkusuz kadına karşı şiddet, Eylem’in de hayatını bir noktasında etkilemiş olsaydı, onun bu mücadelesi bize biraz daha yakın, biraz daha tanıdık gelirdi. Diyeceksiniz ki senaryoda böyle bir klişeye kapılmamak için farklı bir kurgu hazırlanmış olabilir. Hiç sanmıyorum. Sonuçta payvon şarkıcısını metres alan mafya babası ve karısını sürekli döven sarhoş koca klişelerinden hiç çekinmeyen senaristin Eylem’i bilinçli olarak şiddet mağduru olmayan bir karakter olarak yarattığını düşünmüyorum.
Senaryonun bir başka şaşırtıcı zaafı da, aynı fonksiyona sahip iki karakterin olması. Vartanuş (Demet Akbağ) ve Füsun (Asuman Dabak) bu hikaye içinde kendilerine sadece “komşu” kategorisinde yer bulabilirler. Öyleyse ikisi birden fazla. İkisinin de oyunculuğuna söyleyecek hiç bir sözüm olmamakla birlikte hikayede birinden birinin çıkması gerektiğine inanıyorum. Barış Pirhasan ustanın böyle basit bir prensibi çiğnemiş olması şaşırtıcı.
Sonuçta bu zaaflarıyla birlikte film bizi güldüre güldüre bir noktaya kadar geliyor.
Ve ne oluyorsa üçüncü adamın (Eylem’in eski nişanlısı) banyoda tesadüfen ölmesiyle oluyor. Aslında bu noktada da, diğer iki adamın bir yerde kazayla, istemeden öldürülmesinin yanında Goncagül’ün basbayağı tabancayla ateş ederek mafya babasını öldürmesinin de filmin genel havasına aykırı kaçtığını söylemeden edemeyeceğim. Goncagül epey bir mağdur olabilir, olanca haksızlığa da uğramış olabilir, ama bir dakika! Resmen silahı çekiyor ve üç el ateş ederek adamı öldürüyor. Bunun neresine gülelim? Bunu nasıl diğer iki ölümle bir tutalım?
Filmin komikliğinin merkezinde “Biz her türlü şiddete karşıyız” diyen kadınların şiddete karşı koyalım derken karşılarına çıkan adamları istemeden öldürmeleri var. Bu cinayet ise resmen hikayeye ihanet.
Filmi seyrederken bunu da sineye çekmiş olduğumu farkediyorum şimdi.
Ama ondan sonra polislerin evi basması, sokaklarda kadınların örgütlenip pankartlar açması vs vs... ile film bütün havasını kaybediyor, bambaşka bir şeye dönüşüyor. O noktaya kadar işlenmiş, mükemmel olmasa da epey kalbur üstü kara mizahla keyiflenmişken, bir kez daha eşekten düşmüşe dönüyoruz. Finale sığdırılmış bu olayların filmin hikayesinde hiç yeri olmamalıydı.
Hele hele üç ölüm arasında en az cinayete benzeyen olay ile Eylem’in hapse düşürülmesi de sadece ve sadece “güçlü Eylem, hapiste de kadınları örgütlendiriyor”u anlatabilmek için düşünülmüş, tam bir Deus Ex Machina örneği.
Maalesef filmlerin finalleri çok önemlidir. Kurtuluş Son Durak, belki bir buçuk saate yakın bir süre hayli oturaklı, tutarlı ve güldürmeye meyilli devam ettikten sonra son yarım saatte bir çuval incir berbat oldu. Seyirci olarak filmden çıkarken hissettiğimiz de ne yazık ki bu son yarım saatin damağımızda bıraktığı tat oldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)